Ana içeriğe atla

O VE BEN


O ve ben diye başlıyor kitap. ‘O ve Ben’…
Kitabı okuyanlar görecektir ki kitapta Necip Fazıl'dan bir eser kalmamıştır. Yani Necip Fazıl bu kitabında O’nu ve kendisini anlatır. Asıl olanı kitabın sonunda görüyoruz ki zahiri Necip Fazıl'dan eser kalmaz ve yalnızca O kalır. Bir nevi  fenâ hali. ( burada fena olmak mevzusuna değindiğimiz yazının linkini kullanacağız)
O diye hitap ettiği kendisinden bahsettiği kişi onun mürşidi, rehberi,  öğreticisi,  hocası olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleridir. Kitap, biyografi niteliğinde bir eser olup Necip Fazıl, kendi hikayesini, kendi ölçüsünü, kendi yaşamını anlatır. Bu yaşamı ise O’nun üzerinden anlatır. Çünkü O olmadan önceki hayatını yaşanmamış saymıştır. 
“Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum 
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum”
Bir insanın gafletten uyanışı, kendini bilişi, kendine gelişi, kendinin farkında oluşu aslında o insanın bir doğumu hükmündedir. 
Biz buna bir *‘Seyru sülûk’ hikayesi diyebiliriz. Bu yolda seyir halinde olan Necip Fazıl, bu yolda ona yardımcı olan, onun önünde yürüyen bir *mürşid-i kâmil olan Abdülhakîm Arvâsî Hazretleridir. 
Necip Fazıl kitabı, “O’nu tanıyıncaya kadar geçen ömrü, tanıdığı zamanları ve O’ndan sonrası” olarak ayırmıştır. Sonrasında ise ömrü hep O’na ayarlı, O’nun varlığıyla şekillenmiştir.
Onu tanıyıncaya kadar geçen ömrü bambaşka imiş ki bunu da O’nu tanıdığı zaman anlıyor. Öncesinin de kendisini hep efendisine hazırladığını söylüyor. Hatta çocukluk anılarını anlatırken şöyle söylemiş: “Ben bunları size neden anlatıyorum? Çünkü daha bu zamandan ben ona hazırlanıyormuşum.”
Bir konak hayatı, donanımlı bir aile. Özellikle büyükbabası üstüne titriyor. Yaramaz, hareketli, müthiş zeki bir çocuk olan Necip Fazıl. Sonrası buhranlarla, çilelerle ve kardeşinin ölüm acısıyla geçen günler…
Aldığı iyi eğitimler, bulunduğu güzel çevreler, ve üstâd şairliği...
“Eğer bu satırların çerçevelediği şeyler, efendime açılan yolumun ve bu yol başındaki ruhi anlarımın kalın hatlarla karalanmış sadece malzemelik basit dekorlardan ibaret olmasaydı, bu kısımları böyle anlatamazdım.”
Malzemelik, bir dekor yalnızca! O’nu bulana kadar yaşadığım her şey bir dekor. Arkada  dekorlar değişiyor, sahneler değişiyor, olaylar değişiyor. Ve her şey sadece o tek sahneye hazırlık için.
Çocukluğunun müthiş acılarından bir tanesi olarak kardeşinin ölümünü anlatıyor. Kardeşi Selma 6 yaşında vefat ediyor. Üstâd Onu o kadar üzücü bir şekilde anlatıyor ki... “6 yaşında ölen Selma bebekliğinden beri daima duvarları yapışmış ve ortalarda şuna buna engel olmaktan ürkmüş, beyaz damar damar görünen ela gözleri hep öleceği günü beklerdi.” Diyerek. Kardeşinin ölümü derinden yaralıyor şairi. 
Yaramaz bir çocuk olduğunu  ve bu yaramazlık sonucunda onu uyuşturacak bir şey olarak romanı bulduklarını söylüyor. Romanlar ile tanışması bu şekilde oluyor ve o dünyanın içerisine çok erken ve çok derin bir şekilde giriş yapmış oluyor. “Şimdi bütün bunları ben gayeleri kendilerinden ibaret hoş hikayeler diye anlatmıyorum. Ruhumun ne yollardan ve nasıl pişmeye başladığını ve nelere istidat kazandığını göstermek ve her şeyi oraya bağlamak için kısa kısa not alıyorum.”
Kendisi çok çileli ve buhranlı zamanlar geçiriyor. Bu halinin çocukluğundan beri olduğunu söylüyor ve şu satırlarla melâlini dile getiriyor;  “Çocuktan daha çocuk, 6-7 yaşlarında yakıcı bir hayal beni her şeyin ötesine sürüklüyor. Bana bu dünyayı dar ve bunaltıcı gösteriyordu.”
“Tek dava O’nu bulmakta, O’nu bulduracak olanı bulunmaktaydı. Bin bir istikamette seke seke, sağa sola büküle büküle, renkten renge bulana bulana, hiçbir şeyden habersiz ve insandaki meccani emniyet ve bedahet saadeti karşısında şaşkın, hep o BİR etrafında helezonlar çizen bir hayat...
Benim hayatım budur!”
Müthiş eğitimler almış bir şair. Gerçekten önemli hocalardan ders görmüş ve öyle bir cemiyetin içerisinde bulunmuş. 
“Sokrates’ten Bergson’a, Shakespeare’den Maeterlinck’e, Epiktetos’dan Descartes’e, Homeros’tan Valery’ine kadar kol kol şu veya bu nispet ölçüsü ve üstelik bir şeye ermiş olmanın mağrur vehmi içinde hep aynı dalgalanış... Bunlar beni doğuramıyor, büsbütün acıktırıyordu!” 
İlim yönünden yahut dünyevi olarak çok eksiği olan birisi olmamış Necip Fazıl. 
“Benim o hiçbir şeyle doymayan, kanmayan, yetinmeyen şey ne şiirim ne fikrim ne kültürüm...” Çünkü şiirde iyi. Gerçekten iyi... Erken yaşta güzel bir birikimi elde etmiş. Önemli insanlarla yakın olmuş. Yine fikir konusunda da pek eksiği yok. Onun fikir dünyasını inşa edecek insanlarla da yakın olmuş, onlardan eğitim almış, ders okumuş. Dolasıyla aradığı bunlar değildi Necip Fazıl’ın. Açlığını bunlar doyurmuyordu. O aradığı şey  tüm bu bilgilerinin, edindiği deneyimlerin, kazanımların, o dünyevi şeylerin ötesindeydi. Çocukluğunda bir an içinde böyle bir his olmuş. O hissi “ilk ermişlik vehmi” olarak kaleme almış. Gelin birlikte göz atalım:
“Fikirde daima ruhçu tedrici keyfiyeti sır idrakine bağlı ve ilahi vahdet-i tasdik giydim. Fakat bu haller ateşe kartpostal üzerinden bakmak, onu resimden tanımak gibi bir şeydi. İçine giremiyor, ötesine geçemiyordum. Olamamanın ve tam bulamamanın içime yerleştirdiği huzursuzluğu da hiçbir şey tutamıyordu. Geceleri beni topuklarından çekip “hani ya, ne vakit?” diye yalvaran sesi duymamak için de zaman zaman kendimi kaba nefsani niyetime büsbütün bırakıyor, en sert nefis esareti altında yaşıyordum. Kadın, bana mahrumu anlatmaktan başka bir şey getirmiyordu. İçki, zaten marazi çaptaki coşkunluğumu kamçılamaya muhtaç olmadığım için onunla anlaşamıyor, onu fıtraten sevmiyordum. Kumar, işte felaketim. Kendimden kaçmak, içimdeki sabit fikirleri uyutmak için bende ilaç haline gelen gebertici zehir. 
Nihayet bir gün, bir akşam çalıştığım bankadan çıktım. O zamanın tabiriyle ‘Şirket-i Hayriye’ vapuruna atladım. Karşımda şişmanca bir adam oturuyor. Ablak yüzlü, kafası pergel ile çizilmiş gibi. Yusyuvarlak, pembe ve dolgun yanakları var. Benim ölçüme göre son derece manasız bir yüz gayet rahat ve kaygısız bir tavır içinde bana bakıyor. Bakış uzadı, sıkıldım. Gazetemi açtım ve aramıza perde gerdim. Gazeteyi indirdim. Adam yine bana bakıyor. Bu defa adamakıllı sıkıldım. Gazeteyi yine kaldırdım. İlan sayfasını okuyorum. Gazetenin arkasında onun rahat ve kaygısız gözlerini bir bıçak ucu gibi hissediyorum. Gazetenin benden tarafı adeta bir bıçak ucuyla sipsivri kabarıyor. Bir daha indirdim öyle rahat ve kaygısız bir seyredişi var ki insanı çıldırtabilir. İçimde sert bir mukabele ihtiyacı hemen adama hitap edebilirim: “Beyefendi boyuna bana bakıyorsunuz. Göze yasak olmaz derler ama galiba en büyük ve en ince yasak gözedir.” Vazgeçtim. Bir sigara çıkardım, aranıyorum. Üzerimde bir kibrit arıyorum. Gayet sakin bir tavırla karşından uzatılan bir kutu kibrit...
-Teşekkür ederim.
-Bir şey değil.
Sigaramı yaktım ve kibrit iade ettim. Yine konuşmaya ve laf açmaya niyetli değilim. Oysa niyetini asla belli etmiyor yalnız bakıyor. O kadar içimden düşündüm. Adamın bakışında incitici bir hal yok fakat gözlerindeki rahatlık ve kaygısızlık müthiş! Bakma diyemem ki. Göz ucuyla ben de ona dikkat etmeye başladım. Görülmemiş bir nefs emniyeti içinde dudaklarında bir de şefkatli tebessüm...
Adam birbirimizi selamlayalım dedikten sonra müslümanca selam verdi. İsmini, cismini, işini, mesleğini bildirmek zahmetine düşmeden konuştu. Sanki o ismi ve cismi ile mücerret manada Abdullah idi. Allah'ın kulu. Hepimiz gibi.
Konuşma devam ederken düşünüyordum bana öğüt vermek mi istiyor, genç adam aklını başına devşir mi demek istiyordu? 
Hemen tasavvuf bahsini açtım. Adam bu bahiste âh çeker gibi bir tavır aldı ve fazla konuşmadı. Davanın yanından önünden ve arkasından dolanır gibi laflar etti. Dilinin altında bir şeyler saklar gibiydi. Nihayet o en yaman meseleyi açtım.
-Bizim zamanımızda irşada ehliyetle bir kimse var mı? Böyle birini tanıyor musunuz?
Güldü.
-Zamanımızda böyle bir kimse var. Böyle bir kimse değil, büyük bir kimse var.
-Onu görebilirim?
Gayet sakin bildirdi:
-Beyoğlu'nda... Ağa Camii'nde... Cumaları orada ders verir. İsmi Abdülhakîm Efendi Hazretleri. Orada dinleyecekleriniz halk için, nâs için söylenen sözler. Siz o sözlerin içine girmeye ve ötesindeki hikmete ulaşmaya bakın. 
Donakaldım. Adam adeta değişmiş, tebessümü derinleşmiş, bana bakıyor. Ben öyle olmuştum ki artık adamcağızın anlattıklarım dinleyemez hale gelmiştim sonra ayrıldık. Beynim kamaşıyor:
<<Beyoğlu... Fuhuşun merkezindeki Ağa Camii... Orada yalnız cuma günleri ders veren büyük veli... Nâs için söylenen sözler... Sen onların içine girmeye, o sözlerin ötesine ulaşmaya bak... İsmi Abdülhakîm Efendi... Acaba nasıl bir insan?>> 
Evet, onu, vazifesini bitirmiş olan Hızır tavırlı adamı ömrüm boyunca bir daha görmedim.”
Sonra tarife göre bu adrese gidiş. Sohbetine katılış. Efendiyi ilk defa görüş. Bütün bunlardan sonra hayatının her alanında, her anında müthiş bir değişim. Adeta Necip Fazıl’ın içte ve dışta yeniden imarı...
“Ders bitti. Sonrasında hemen yanına gittim. Öyle atıldım:
-Affınızı rica ederim efendim. Ellerinizden öpmek saadetine erebilir miyiz?
Gözleri... Gözleri daima baktığı şeylerin ilerisindeki, ötesindeki bir görünmeze bakan gözleri üzerimizde. Baktılar baktılar ve ne gördülerse gördüler. 
-Biz Eyüp Sultan'da oturuyoruz. Gümüşsuyu'nda. Ne zaman isterseniz buyurun.
Devlet! Evlerine, yuvalarına çağırdı. Kabul edilmiştik ama henüz iç içe giden bir iç daireye değil, dış daireye. Güvenilir insanlara mahsus ilk sohbet konuşma dairesine, avluya...”
Bundan sonra sohbetlere giden Necip Fazıl için müthiş eğitim, değişim ve dönüşüm dönemi başlıyor artık.
“Bu büyük bir manevi buhran (metafizik) kıvranış, yepyeni yeni bir kurtuluşa doğru temelinden sarsılmıştı. En kısa zamanda Efendi Hazretlerinin tek nazarı beni bu hale getirmişti. Avlanmıştım. Beni avlamışlardı. Adi sinir hastalıklarıyla yahut marazi ruhiyat kitaplarının çerçevelediği basit ve sufli ruh ihtiyaçları ile alakası yoktu bu halin. Ulvi mi ulvi bir çile...”
“Birkaç ay içerisinde sadece kemiklerimin ağırlığına kadar düşmüş ve üzerimde hiçbir et sikleti kalmamış olarak kapısına da dadandım. Evet feryadım şu: beni kurtarınız! Fakat ağzımdan tek bir kelime çıkmıyor. Kısa bir anlatış ve her şey kendisinden Allah'ın lütfu ile kendisinden bekleyiş. O ‘sık sık gelin’ buyurdular. ‘Sohbet sizi açar inşallah feraha kavuşursunuz.’”
Efendi Hazretlerinin tavsiyesi üzerine sık sık sohbetlere gitmeye başladı. Böylece o müthiş eğitim o mübarek zat elinden başlamıştı. Tüm o çilelerden çekip çıkaracak olan oydu. Ve artık eğitimi başladı. Kalbin öylesine evirip çevirdiler ki! “Kalpler, Rahman'ın iki parmağı arasındadır. Onları istediği gibi çevirir." (Tirmizi) Bunu bildi, gördü, öğrendi.
Necip Fazıl bu gemide paspas olmayı kendisine devlet bilmiş, bu yolda o baş koyduğu eşikte durmuş, ne denirse yapmış tıpkı Yûnus gibi. Şifasını bu şekilde bulmuş. Rabbim şifasını bulanlardan eylesin bizleri de…
Mürşidi’nin vefatından sonra da yerinde durmayan Necip Fazıl, o beldeden diğerine, o konuşmadan o konuşmaya, İslam için, hakk için çalışmalar yapmıştır. Böyle bir irşad için, diriliş için konferanstan konferansa, belki yazılardan belki kitaplardan belki dergilerden dergilere koşup durmuş. Bir an durmadan Efendisi'nin kalbinde yaktığı ateşle başkalarını yakmak için uğraşmış. Nitekim o uğraş sonucunda kalplerimize kıvılcımlar bırakmış ki bizler yıllar sonra hala onu anmaktayız. Biz hala ona ‘Üstad’ olarak hitap etmekteyiz. Aslında onu Necip Fazıl yapan Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri idi. Tıpkı Fatih Sultan Mehmed’i o halde getirenin Akşemseddin Hz. Olması gibi. Tıpkı Mahmud’u Aziz Mahmud Hüdayi haline getiren Üftade Hazretleri gibi...
Peki bizde bir soruyla yazımızı bitirelim:
Acaba bu dönemde böyle bir irşad ehli var mıdır?
Acaba bizim sahnemizin dekorları da tek bir sahne için değişip hazırlanıyor olabilir mi?
Selâm ve dua ile…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Berât (ﺑﺮﺍﺋﺖ )

Berât  ( ﺑﺮﺍﺋﺖ   )  Enfâl Suresi 24. Ayet Sözlükte; temize çıkmak, aklanma anlamlarında kullanılır. Şaban Ayının on dördünü on beşine bağlayan gecesi  Berât  Gecesidir. Bu  gecede, Kuran -ı Kerim  Levh -i Mahfuzdan dünya semasına indirilmiştir. Buna inzal denmiştir. Kadir Gecesinde ise Efendimize parça parça indirilmeye başlanmıştır. Buna da tenzil denmiştir.    Bakın bu gece için İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri ne demiştir: Yazılır halkın berâtı gelince Berât Gecesi Ger hayâtı ger memâtı gelince Berât Gecesi Cennet kapısını açarlar âleme rahmet saçarlar Mümine hulle saçarlar gelince Berât Gecesi Mümin nârdan berî olur Hakk'dan yüce ihsân olur Kâfir nâre dâhil olur gelince Berât Gecesi Hakkı Hakk rızasını bulur her kim bu şeb namaz kılur Duâlar müstecâb olur gelince Berât Gecesi

HAFTANIN KİTABI

HIZIRLA KIRK SAAT “Dost ol kişidir ki, öldürülmesi muhakkak ve mukarrer olan gecede Peygamber-i Ekber’in yatağında yatar, O’na Şah-ı Velayet denir. Dost ol kişidir ki, Yar-ı Gar’dır. Kucağında mübarek bir emanet vardır. Bütün delikleri elbisesinden muhtelif parçalarla tıkar, son deliğe tabanını dayamıştır. Kucağındaki mübarek emanet, uyumayan uyanıklık içinde uyur görünmektedir. Oradan Ebu Bekr’i yılan sokar. Dost son deliğe tabanını, taban gibi görünen gönlünü uzatandır, gönlü ile orayı tıkayandır.”   Bir yolculuk kitabıyla tanıştırmak isterim sizi. Yerin altını ve üstünü, geceyi ve gündüzü, hüznü ve mutluluğu, Nil’i ve Atlantik bahrını, Batının korosu ve doğunun sahralarını içine alan ve yürümenin hiçbir şekilde izah bulmadığı bir yolculuk kitabı.   Üstad Sezai Karakoç bu kitabını yazarken kırk gün boyunca aynı çay bahçesinde aynı masada oturmuş, karşısında Hızır (a.s) ile bir muhabbete gark olmuştur. Karşısında Hızır (a.s) varmış ve onunla beraber bir yolcu...