Ana içeriğe atla

İZ BIRAKANLAR

NABİ...

ASIL ADI YUSUF OLAN ŞAİR NABİ, 1642 YILINDA URFA’DA DOĞAR. , URFA’NIN TANINMIŞ AİLELERİNDENDİR. IYİ BİR EĞİTİM GÖRMÜŞTÜR. ARAPÇA’YI VE FARSÇA’YI ÇOK İYİ BİLİR. DEVRİNDE “ SULTANÜ’Ş-ŞUARA “ DİYE ANILMIŞTIR.
VARLIK KAPISINA ULAŞMAK VE LÜTUFLA MUAMELE GÖRMEK İÇİN İNSANIN ÖNCE “YOKLUK” ELBİSESİNİ GİYMESİ GEREKTİĞİNİ İFADE EDEREK ARAPÇA VE FARSÇA’DA “YOK” ANLAMINA GELEN “NA” VE “Bİ” KELİMELERİNİ KULLANARAK“HİÇLİK-YOKLUK” MANASINA GELEN “NÂBİ” MAHLASINI KULLANIR.
ŞAİR NABİ, 1666 YILINDA 24 YAŞINDAYKEN İSTANBUL'A GELİR. İSTANBUL’A İLK GELDİĞİ ZAMANA DAİR ŞU HADİSE ANLATILIR: (HAYATİ İNANÇ)
TASAVVUF TERBİYESİ DE GÖRMÜŞ OLAN PEYGAMBER ÂŞIĞI NÂBÎ, ALTI OSMANLI PADİŞAHININ HÜKÜMDARLIĞINA TANIKLIK ETMİŞ VE TÜM BU PADİŞAHLAR TARAFINDAN SEVİLİP DESTEKLENMİŞTİR.
NÂBİ SADECE İYİ BİR ŞAİR DEĞİL, ÇOK GÜZEL BİR SESE DE SAHİPTİR VE 'SEYİD NUH' MAHLASIYLA BESTELER YAPMIŞTIR.
KAYNAKLARIN BELİRTTİĞİNE GÖRE NÂBÎ HOŞSOHBET, KÜLTÜRLÜ, ZEKİ, ÇOK GÜZEL KONUŞAN, ŞİİRE KAZANDIRDIĞI HİKEMÎ TARZ DOLAYISIYLA KENDİSİNDEN SIKÇA SÖZ EDİLEN BİR SANATKÂRDIR.
ESERLERİNİN BÜYÜK KISMINI HALEP'DE KALEME ALAN NÂBÎ, TOPLUMSAL VE SOSYAL HAYATI ELEŞTİREN, DİDAKTİK ŞİİRLER YAZAR. NÂBÎ’NİN DİDAKTİK NİTELİKLİ ŞİİRLERİNDE MEVCUT DÜNYA VE HAYAT GÖRÜŞÜ, ONDAN SONRA BU TARZDA ŞİİR YAZANLARIN ÇOĞALMASINA VE NÂBÎ OKULU DİYE ADLANDIRILABİLECEK HİKEMÎ BİR ŞİİR OKULUNUN DOĞMASINA YARDIMCI OLMUŞTUR.







ŞÂİR NÂBÎ, 1678 YILINDA, DEVLET ADAMLARI İLE BERABER HAC SEFERİNE ÇIKAR. KÂFİLE MEDÎNE’YE YAKLAŞIRKEN NÂBÎ, HEYECANDAN UYKUSUZ HÂLE GELİR. KÂFİLEDE BULUNAN BİR PAŞANIN GAFLETEN AYAĞINI, MEDÎNE-İ MÜNEVVERE’YE DOĞRU UZATTIĞINI GÖRÜR. BU DURUMDAN ÇOK MÜTEESSİR OLAN NÂBİ, HERKESİN İÇİNDE PAŞAYI UYARMANIN UYGUNSUZ OLACAĞINI AMA BU DURUMUN DA DÜZELTİLMESİ GEREKTİĞİNİ DÜŞÜNEREK MEŞHUR NA’TİNİ YAZMAYA BAŞLAR.
NABİ’NİN SÖZLERİNDEN SONRA HATASINI ANLAYAN PAŞA, AMAN EFENDİM DER, BU MESELE NE OLUR ARAMIZDA KALSIN VE NABİ DE BUNU KABUL EDER.

SABAH NAMAZINA YAKIN KÂFİLE MEDÎNE-İ MÜNEVVERE’YE YAKLAŞIRKEN NÂBÎ, YAZDIĞI NA’TİN MESCİD-İ NEBÎ’NİN MİNÂRELERİNDEN OKUNDUĞUNU DUYAR:



SAKIN TERK-İ EDEBDEN KÛY-İ MAHBÛB-İ HUDÂ’DIR BU;
NAZARGÂH-I İLÂHÎDİR, MAKÂM-I MUSTAFÂ’DIR BU.
(CENÂB-I HAKK’IN NAZARGÂHI VE O’NUN SEVGİLİ PEYGAMBERİ HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ’NIN MAKÂMI VE BELDESİ OLAN BU YERDE EDEBE RİÂYETSİZLİKTEN SAKIN!..)
HABÎB-İ KİBRİYÂ’NIN HÂBGÂHIDIR FAZİLETTE
TEVEFFUK KERDE-İ ARŞ-I CENÂB-I KİBRİYÂDIR BU
(BURASI, ALLAH (CC)’IN SEVGİLİSİNİN EBEDÎ İSTİRAHATGÂHININ, TÜRBESİNİN BULUNDUĞU YERDİR VE FAZİLET BAKIMINDAN CENÂB-I HAKK’IN ARŞININ BİLE ÜSTÜNDEDİR.)
BU HÂKİN PERTEVİNDEN OLDU DEYCÛR-I ADEM ZÂİL
AMÂDAN AÇTI MUVCÛDAT ÇEŞMİN TÛTİYÂDIR BU
(BU MÜBAREK TOPRAĞIN ZİYASINDAN YOKLUK KARANLIĞI SONA ERDİ. VARLIK ÂLEMİ, KÖRLÜK VE YOKLUKTAN GÖZÜNÜ ONUN SÜRMESİYLE AÇTI.)
FELEKTE MÂH-İ NEV BÂBÜ’S-SELÂM’IN SÎNE-ÇÂKİDİR
BUNUN KANDİLİ CEVZÂ MATLÂ-İ NÛR-İ ZİYÂDIR BU
(GÖKYÜZÜNDE HİLÂL, O’NUN SELÂM KAPISININ YÜREĞİ YARALI ÂŞIĞIDIR. SEMADAKİ CEVZA’NIN NUR VE IŞIK KAYNAĞI O’DUR.)
MURÂÂT-I EDEB ŞARTIYLA GİR NÂBÎ BU DERGÂHA,
METÂF-I KUDSİYÂNDIR, BÛSEGÂH-I ENBİYÂDIR BU.
(EY NÂBÎ, BU DERGÂHA EDEP KÂİDELERİNE UYARAK GİR! BURASI, MELEKLERİN ETRAFINDA PERVÂNE OLDUĞU VE PEYGAMBERLERİN (EŞİĞİNİ) ÖPTÜĞÜ MÜBÂREK BİR MAKAMDIR.)

BU DURUM KARŞISINDA ÇOK HEYECANLANAN ŞÂİR NÂBÎ, HEMEN MÜEZZİNİ BULUR:
“–BU NA’Tİ KİMDEN VE NASIL ÖĞRENDİNİZ?” DİYE SORAR.
İLK BAŞTA BU SIRRI VERMEK İSTEMEYEN MÜEZZİN ISRARLAR ÜZERİNE:
“–BU GECE ALLAH RASÛLÜ -SALLÂLLÂHU ALEYHİ VE SELLEM- RÜYÂMIZDA BİZE;
«–ÜMMETİMDEN NÂBÎ İSİMLİ BİR ŞÂİR BENİ ZİYARETE GELİYOR. BU ZÂT BANA SON DERECE AŞK VE MUHABBETLE DOLUDUR. BU AŞKI SEBEBİYLE ONU MEDÎNE MİNÂRELERİNDEN KENDİ NA’Tİ İLE KARŞILAYIN!..» BUYURDU. BİZ DE BU EMR-İ NEBEVÎYİ YERİNE GETİRDİK…” DER.
NÂBÎ, HIÇKIRA HIÇKIRA AĞLAMAYA BAŞLAR. HEM AĞLAR, HEM DE ŞUNLARI SÖYLER:
“–DEMEK Kİ ALLAH RASÛLÜ -SALLÂLLÂHU ALEYHİ VE SELLEM- BANA «ÜMMETİM» DEDİ! DEMEK Kİ, İKİ CİHÂN GÜNEŞİ BENİ ÜMMETLİĞE KABUL BUYURDU!..”

ALLAHU TEALA, AŞKI VE EDEBİYLE ÜMMETLİĞE KABUL BUYRULAN NÂBİ’NİN YANGININDAN BİZLERE DE NASİP ETSİN
ALLAH (CC) SIRLARINI YÜCELTSİN...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

O VE BEN

O ve ben diye başlıyor kitap. ‘O ve Ben’… Kitabı okuyanlar görecektir ki kitapta Necip Fazıl'dan bir eser kalmamıştır. Yani Necip Fazıl bu kitabında O’nu ve kendisini anlatır. Asıl olanı kitabın sonunda görüyoruz ki zahiri Necip Fazıl'dan eser kalmaz ve yalnızca O kalır. Bir nevi  fenâ hali. ( burada fena olmak mevzusuna değindiğimiz yazının linkini kullanacağız) O diye hitap ettiği kendisinden bahsettiği kişi onun mürşidi, rehberi,  öğreticisi,  hocası olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleridir. Kitap, biyografi niteliğinde bir eser olup Necip Fazıl, kendi hikayesini, kendi ölçüsünü, kendi yaşamını anlatır. Bu yaşamı ise O’nun üzerinden anlatır. Çünkü O olmadan önceki hayatını yaşanmamış saymıştır.  “Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum  Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum” Bir insanın gafletten uyanışı, kendini bilişi, kendine gelişi, kendinin farkında oluşu aslında o insanın bir doğumu hükmündedir.  Biz buna bir *‘Seyru sülûk’ hika...

Berât (ﺑﺮﺍﺋﺖ )

Berât  ( ﺑﺮﺍﺋﺖ   )  Enfâl Suresi 24. Ayet Sözlükte; temize çıkmak, aklanma anlamlarında kullanılır. Şaban Ayının on dördünü on beşine bağlayan gecesi  Berât  Gecesidir. Bu  gecede, Kuran -ı Kerim  Levh -i Mahfuzdan dünya semasına indirilmiştir. Buna inzal denmiştir. Kadir Gecesinde ise Efendimize parça parça indirilmeye başlanmıştır. Buna da tenzil denmiştir.    Bakın bu gece için İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri ne demiştir: Yazılır halkın berâtı gelince Berât Gecesi Ger hayâtı ger memâtı gelince Berât Gecesi Cennet kapısını açarlar âleme rahmet saçarlar Mümine hulle saçarlar gelince Berât Gecesi Mümin nârdan berî olur Hakk'dan yüce ihsân olur Kâfir nâre dâhil olur gelince Berât Gecesi Hakkı Hakk rızasını bulur her kim bu şeb namaz kılur Duâlar müstecâb olur gelince Berât Gecesi

HAFTANIN KİTABI

HIZIRLA KIRK SAAT “Dost ol kişidir ki, öldürülmesi muhakkak ve mukarrer olan gecede Peygamber-i Ekber’in yatağında yatar, O’na Şah-ı Velayet denir. Dost ol kişidir ki, Yar-ı Gar’dır. Kucağında mübarek bir emanet vardır. Bütün delikleri elbisesinden muhtelif parçalarla tıkar, son deliğe tabanını dayamıştır. Kucağındaki mübarek emanet, uyumayan uyanıklık içinde uyur görünmektedir. Oradan Ebu Bekr’i yılan sokar. Dost son deliğe tabanını, taban gibi görünen gönlünü uzatandır, gönlü ile orayı tıkayandır.”   Bir yolculuk kitabıyla tanıştırmak isterim sizi. Yerin altını ve üstünü, geceyi ve gündüzü, hüznü ve mutluluğu, Nil’i ve Atlantik bahrını, Batının korosu ve doğunun sahralarını içine alan ve yürümenin hiçbir şekilde izah bulmadığı bir yolculuk kitabı.   Üstad Sezai Karakoç bu kitabını yazarken kırk gün boyunca aynı çay bahçesinde aynı masada oturmuş, karşısında Hızır (a.s) ile bir muhabbete gark olmuştur. Karşısında Hızır (a.s) varmış ve onunla beraber bir yolcu...