Bismillahirrahmanirrahim Elhamdülillahi rabbil âlemin vesselatu vesselamu ala seyyidina muhammedin nebiyyil ümmi ve ala alihi ve sahbihi ve sellim.
“Hatemallâhu alâ kulûbihim ve alâ sem’ıhim, ve alâ ebsârihim gışâvetun, ve lehum azâbun azîm(azîmun)” (Bakara:7) Gözler körelmiş, kulaklar işitme duygusunu kaybetmiştir. İşitirler ama hakikati göremezler yani bir peygamberin, bir evliyanın söylediğini işitmezler.
Göz ve kulak birer menfezdir esasen. Nasıl ki akıl ve zekâ için göz bir menfez ise; hak, hakikat ve hikmetleri görme açısından kalp için de bir menfezdir. Kalp iki şeyin menfezidir. Biri akıl ve zekâ ki cismani olan bu âlemde yani madde âleminde neyin ne olduğunu görebilmek için akıl ve zekânın bir penceresi olduğu gibi kalbin de bir penceresi vardır. His, duygular ve kalp körelmiş. Akıl ve zekâ da körelmiş. Böyle insan göremez. Bazen adeta bir delillik ve cinnet hâli yaşar. Dolayısıyla insan, akıl ve mantığını kaybediyorsa kalbin fonksiyonunu da bazen kaybedebilir. Kaybettiği için Cenâb-ı Allah, gözü, kulakları mühürlemiş, kalbi de mühürlemiştir. Kalbin iki menfezi, iki penceresi var: göz ve kulak. Niçin? Çünkü “Fî kulûbihim maradun” (Bakara:10) “Kalplerinde adeta bir hastalık vardır.” Onların kalplerinde bir maraz vardır. Kalpten kastedilen bir et parçası değildir. Onlarda kalp hastalıkları vardır; ama fizikî bir kalp hastalığı değil. Manevi bir kalp hastalığı vardır. Kalp de insan için bir uzuvdur esasen, cevher-i latiftir, şeffaftır; görünmez. Ama insan ruhunun bir merkezidir. Fizikî bedende kalp, hayatî olarak ne ifade ediyorsa, ruh için de kalp o cevher-i latifi ifade eder. Merkezdir.
İfade noktası herkes için geçerli değildir. Sahabe-i Kirâm’ın, Hz. Peygambere (a.s) his ve duyguları, aşk ve sevgileri bu seviyede idi. Hem de O’nu (s.a.v) görür görmez. Herkes için geçerli değil; ama ekseriyet itibariyle gördüklerinde -Allahu Teâlâ’nın da bu manada muradı varsa- birdenbire o derin his onlarda hasıl olurdu. Hz. Peygamberin (a.s) yoğun aşkı etrafına sirayet ederdi. Allah Resulü’nün (s.a.v) eylemi, hâl ve hareketi hatta su içmesi de ashaba sirayet ederdi. Allah Resulü’nün (s.a.v) dokunduğu her şey, onlar için kıymet arz ederdi. Tabii ki bunu his sahibi insanlar bilebilir. His sahibi olmayan insan bunları yanlış anlayabilir. Mecazî aşkta da böyledir.
Mecazî manada bir sevgilinin bir sevgiliye aldığı bir hediyeyi, bir ipi bile kendi eliyle saklar. Esasen hiçbir kıymeti olmaz fakat sevgiliden geldiği için o hediye adeta onun için her şeyden kıymetlidir. His sahibi olmayan insan onu anlayamaz. Allah Resul’ünden (s.a.v) gelen bir ip parçası ashap için en değerli varlık hâline gelir, bir mana kazanırdı. İslam budur esasen. İslam’da manasız bir ruh o yoktur. Ruhsuz bir namaz yoktur İslamiyet’te. Ruhsuz bir namaz ölüdür, ruhsuz bir oruç ölüdür. Ruhsuz bir hayat içinde İslam varsa içinde eylem vardır; ama içi ruhsuzdur. İçinde İslam, inanç var; Allah'ın hoşnut olduğu emirleri yerine getirir. İnsanları kandırmazsınız, yalan söylemezsiniz. Allah'ın hoşnut olduğu şeylerle uğraşıyorsunuz ama bunların içinde his yoksa, zorlama ile yapıyorsanız bir yere kadar yaparsınız; ondan sonra gidemezsiniz. İnsanlığın bu manada ilerleyebilmesi için adeta sevgiliden gelen bir ipin bile onun en değerli varlığı olması gerekir. Cenâb-ı Allah'tan, Allah Resulünden (s.a.v) bir emir geldiği zaman en değerli şeydir. Başınızı örtün denildiği zaman zahiri olarak bir bezdir. Ama his olunca bu emir, en değerli şey hâline gelir. Mesele histir. His olunca iş çok rahat olur, hatta tat alır. İnsan sevgilisinden gelen ipi eline alır, onun için çok mutluluk vericidir. Hatta onun için altın ve elmastan daha kıymetlidir eğer gerçekten seviyorsa. Kendisinden bir parça gelirse çok daha kıymetlidir. Mesela kendisinden ona karşı bir selam veya “Senin yaptığın hâl ve hareketten dolayı senden memnunum.” şeklinde bir memnuniyet gelse çok daha kıymetlidir. Bu memnuniyetin sevgilinin memnuniyeti olduğunu biliyorsa onun için artık dünyada başka hiçbir şey kalmamıştır. Başaracak her şeyi başarmıştır. Buradaki diğer dünyevi başarılar onun için bir mana ifade etmez. His sahibi olmayan bir insan ashabı da anlayamaz. Akıl kıstaslarına göre bakıldığında sahabenin yaptıkları akıl kıstaslarına uymaz yani dünyevi kıstaslara uymamaktadır. Bir insan hayatı boyunca çalışarak malını biriktirecek sonra Hz. Peygamber (a.s) “Filan yerde irşad var gidin onu yerine getirin.” dediğinde hiç tereddüt etmeksizin seve seve bu işin içerisinde “Peygamberimin adı var.” diyerek bütün birikimini bırakıp gitmesi dünyevi kıstaslara, akla uymamaktadır. Aynı şekilde aileyi de bırakıp irşada giderlerdi. O durumda
Allah Resul'ünü (s.a.v) tercih ederlerdi, bu zaten imanın bir gereğidir. Allah ve Allah Resul'ünü (s.a.v) her şeyden daha öte sevmek. O’nun (s.a.v) her şeyden daha önemli olması lazım; mal, mülk, evlattan daha öte olması lazım.
Müjdeler olsun inanıp bu inancında samimi olan insana. Samimilik sadece akıl ve mantığın kıstaslarından oluşmaz. Gerçekten Allah ve Resulünü (s.a.v) seviyor musunuz? Resulullah’ı (s.a.v) sevmekten kaynaklanan Ashab-ı Kirâm’ı seviyor musunuz? Peki Allah’ı nasıl seveceksiniz?
Kuran’ı Allah Teâlâ direkt gönderebilirdi. O dönemin insanlarına baktığımızda herkes Arapçayı çok iyi biliyordu, dil olarak zirvedeydi Arapça. Ama zahiri olarak iyi bilebilirlerdi; Kuran'ın hakikatini öğrenemezlerdi. Bir peygambere ihtiyaç vardı, aksi takdirde herkes hislerine göre inceleyecek, hislerine müracaat edecekti. Herkesin bu manadaki his ve duygusu ayrıdır. Onun için peygamber gelmiştir. Peygamberlerin bir vazifesi de mürebbiyeliktir, tebliğ etmektir. Fakat okunan şeyler görünmüyor, Allahu Teâlâ mucizeler de gösteriyor. Kalb ise ayrı bir meseledir. Televizyonda da mucizelere şahit olabilirsiniz. Gerçek midir, değil midir bilemeyiz. Hakikatte vuku bulmuş mudur bilemeyiz. İnsan pek çok şeye şahit olur; fakat insanın kalbinde hastalık varsa insan için pek bir şey ifade etmez. O an Allah’ı anlatıyor, sonra bitiyor. His körelmesi hastalıktan kaynaklanır. Cenâb-ı Allah, insanın içinden Hz. Peygamberi (a.s) ve Hz. Peygamberi (a.s) yansıtan evliyaları gönderiyor. İnsana verdiği değere binaen. Allahu Teâlâ’ya direkt bakmak insanın kuvveti dışında bir şeydir. Güneşe de insan direkt bakamaz. Çünkü insanın buna kuvveti yoktur. Hz. Musa (a.s): “Ya Rabbî! Seni görmek istiyorum.” dedi. Onu görüyordu; fakat gözleri de görsün istedi, fiziken bedenen yani. Allahu Teâlâ dedi ki “Senin kuvvetin buna yetmez. Ben seni o şekilde yaratmadım.” Biraz ısrar edince Allahu Teâlâ “Dağa bak, ancak dağ benim nurumu yansıtabilir.” dedi. Allah oraya tecelli etti. Dağ paramparça oldu. Bu manada Rabbü’l Âlemin “Fizikî bu âlemdeki yerlere sığmam, ama insan içerisinde bir kalp var. Muhakkak ki oraya sığarım.” buyurmuştur. Çünkü kalp madde âlemine ait olmadığı, mana âlemine ait olduğu için Allah oraya sığarım, diyor. Tasavvufta da öyledir. Hayat sadece dünyadan ibaret değildir. Burası çalışma yeridir; mükafat, sefahat yeri dünya değildir, ahirettir. Ahirette ise ibadet yoktur, namaz yoktur, oruç yoktur. Allah ahirette ibadet ü taati kabul etmeyecektir. Allah sadece dünyada emretmiştir. Ahirette yasaklama kavramı diye bir şey yoktur. O sadece bu dünya için geçerlidir. Orada insan ne arzu ediyorsa Allah gerçekleştirecektir. Ahirette insanın içindeki kötü duygu ve dürtüler yoktur. Sürekli tat ve lezzet alma vardır. Biz buraya geldik inşallah kendimizi temizleyeceğiz.
Namaz farz, oruç farzdır. Allah için yapıyoruz, deseniz de esasen Allah için değildir. Her insan kendisi için yapıyor. Hatta bir hadiste Allahu Teâlâ’nın kuluna şöyle soracağı ifade edilir: “Kulum sen benim için ne yaptın?” O da diyecek ki “Ya Rabbî! Ben senin için namaz kıldım.” “Hayır o, kendin içindi. Benim için ne yaptın?” Bu manada bol bol hasenat yapmak lazım; yani amel, hasenat. Hususen oruç farz olduğu gibi, namaz farz olduğu gibi, zekât da farzdır. 40'ta biri zekât olarak verilir. İşlettiği para bir seneyi geçtiğinde esasen başkasının parasını işletmiş, kazancını oradan kazanmıştır. O malını kirletir ve haramdır. Bir sene geçtikten sonra o parayı işletiyorsa; o, 40'ta bir haram olur. O para, o sermaye ticarî şeylerde kullanılıyor ve orada başka paralara da karışıyor ise malın bütününü kirletiyor. Onu yutuyorsanız, o yuttuğunuz şey diretkmen maneviyatınıza da sirayet eder. Bir seneyi geçirmemek lazım. İki sene üç sene borç varsa ödemek lazım ve Allah’tan “Ya Rabbî! Biz zulmettik. Başkasının hakkını gasp ettik, vermedik. Sen başkasının hakkını bize emanet vermiştin, biz o emanete hıyanet ettik. Ya Rabbî! Biz tamahkarlık yaptık. Başkalarının hakkına göz diktik.” diye tövbe istiğfarda bulunmak lazım. Zekât, zaten tezkiye, arınma manasındadır. Batıda genellikle bir âdet hâline getirilmiş ramazanda veriliyor.
Zekâtta belli yedi sınıf insan vardır bunlardan bir tanesi fakir, bir tanesi yolda kalmış zengindir, zekât verilebilir. Miskine verilebilir. Bir insan yeni Müslüman olmuş zengindir ama İslam’a ısınması için ona zekât verilebilir. Bunlar tercih meselesidir. Bir de ilim ehli olan medrese talebelerine verilir. Her Müslümana ramazan orucu, hac, namaz farz olduğu gibi zekât da farzdır; ciddi önemli bir meseledir. Allah size 82 gr altın vermişse, veyahut ticari anlamda mal mülk varsa, bir gelir kaynağınız varsa senenin sonunda 40’ta birini ödemeniz gerekir. Oturduğunuz evde sıkıntı yok; fakat satmak niyetiyle aldığınız evde zekât olur. Ticarî yani alıp satma niyetiyle aldıklarınız bir senin sonunda sizde kalıyorsa 40’ta biri sizin
değildir. Kuran’da zekât düşen 7 sınıftan birinin hakkıdır esasen. O bir seneyi geciktirdiğiniz her gününün her saatinde başkasının hakkını gasp ettiğiniz için Allah haram diyor. Dolayısıyla o parayı yiyorsanız haramdır ve malınızın tümünü kirletiyorsunuz. Zekât arındırmak demektir, malı çoluk çocuğu zehirlememek manasındadır. Şu şartlarda 7 sınıf insan zor. Kim fakir kim değil tam bilinemiyor. Sadaka da verebilirsiniz, zengine de verebilirsiniz. Allah bunu size sormaz. Allah için o zengini sevdiğinizden dolayı sadaka niyetiyle yemek verebilirsiniz, elbise verebilirsiniz o da bir sadaka olur. Ama fakire vermek daha sevaptır ihtiyacını giderdiğiniz için. Zekâtta sorumluluk vardır, araştıracaksınız. Onun için medrese benim için daha isabetli; çünkü talebe okuyor, onun için şart odur zaten. Medrese talebesine vermenin hayrı da daha çoktur. Bu manada zekâtın sorumluluğundan daha rahat kurtulunur. Diğerlerinde araştırma mesuliyeti vardır. Kefaret, fidye varsa onu da hakeza medreseye verebilirsiniz.
Zekâtla yetinmemek lazım zaten sizin malınız değil, başkasının malını tutuyorsunuz esasen. Sadaka ise zekâtın dışında yapılandır ve sizin sadık olduğunuzu gösterir. Allah’a karşı sadık olduğunuzun göstergesidir. “Ya Rabbî! Sana karşı sevgimdeki sadakati gösteriyorum.” demektir. Kendi malınızdan yani geriye kalan 39’undan vereceksiniz. İnsan malıyla sınanır. “Ya Rabbî! Ben seni tercih ediyorum. Madem sen vermemden hoşnut oluyorsun, sana feda olsun!” demektir. Allah’a sadık bir kul olduğunuzun tasdiknamesidir. Sadaka oradan gelir, sadakat gösteriyor manasındadır. Sadakat tasdikname, çünkü cennet hayatına canla malla fedakârlık yapmakla gidilir. Çünkü malla insan sınanır. Can ve malla hizmet gerekir. Sadece canla, yani namaz kılıp, oruç tutmak değildir İslamiyet. Bu işin yarısıdır, bir de mal noktasını Allah istemektedir.
Siz, Hz. Ebu Bekir’in (r.a) meşrebindesiniz inşallah. Hz. Ömer (r.a): “Peygamber (a.s) bir gün bizi çağırdı ve gelin bu hayra ortak olun, dedi. Herkes hayırda yarışıyordu. Hz. Ebubekir Sıddık’ı (r.a) geçemiyorduk. Bu sefer onu geçeceğim, dedim. Kendi kendime onun malının yüzde 40’ını getireceğini hesapladım. Ben de malımın yarısını getirdim. Resulü Ekrem (a.s) dua etti. Hz. Osman (r.a) geldi 100 deve getirdi. Resulü Ekrem (s.a.v) tebessüm edince tebessümüne çok sevinerek gidip 100 daha getirdi. Tekrar tebessüm edince tekrar 100 daha getirdi.” O zaman için en kıymetli vasıta deve, şimdiki en son model araba neyse odur. 300 tane Mercedes. “Resulü Ekrem (s.a.v) Hz. Osman’a ‘Bundan sonra sana haramların zarar vereceğini sanmam, yani cehenneme gitmeyeceksin inşallah.’ dedi. Ondaki hissiyatına binaen. Hz. Ali (r.a) de getirdi. Hz. Ebu Bekir (r.a) geldi ve malının hepsini getirdi. Resulullah (s.a.v) onu görünce “Eve de bıraktın değil mi?” diye sordu. Hz. Ebu Bekir (r.a) “Ya Resulullah! Onlara Allah ve Resulünü (s.a.v) bıraktım sadece. Çünkü Allah ve Resulü (s.a.v) bize kâfidir.” Allah Resulü (s.a.v) hepsini istememişti, ölçülü bir şekilde. “Allah müminlerden mallarını ve canlarını, kendilerine cennet karşılığında satın almıştır.” (Tevbe:111) “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanın.” Allah size nasıl ihsanda bulunuyorsa siz de O’nun ahlakıyla ahlaklanın ve hasenat ve sadaka noktasında ehl-i ihsan olun. Rabbü’l alemin muvaffakiyet versin.
Ve sallallahu aleyhi vesellem.

Yorumlar
Yorum Gönder