Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabbil Âlemin. Vesselatü vesselamü ala rasulina nebiyyil ümmi ve ala alihi ve sahbihi ve sellem.
İnsanı imtihanı sadece yaşadığı hayat ve içinde gözle gördüğü kapılardan ibaret değildir. İnsanın en büyük imtihanı kendi nefsiyledir. İnsan, şeytan ile imtihan edilir. Allahu Teâlâ, şeytana karşı bizi ikaz eder. Resulü Ekrem(sav) "Ya Rabbî! Göz açıp kapama süresince bile beni kendi nefsimle baş başa bırakma." demiştir. Bizlere mesaj vermek için, işin ciddiyetini ve önemini anlayabilmemiz için durumu bu şekilde ifade eder. Şeytan ve nefs o kadar gariptir ki, nefsini ıslah etmeyen bir insan; ilim dahi kazansa nefs onu kendi hesabının, kendi şahsiyetinin, hâkimiyetinin, ulûhiyetinin iddiası için kullanır.
Şimdi anlatacağım hadise ile meseleyi nefs ve edep üzerine getireceğim. Büyük zâtların insan üzerinde ne kadar tasarrufu olduğunu anlatacağım. Seyyid Abdülkadir-i Geylâni(ks), Ebû Saîd Abdullah ve İbn-üs Sakkâ Bağdat'ta ilim tahsil etmek için bulunmaktadırlar. Abdülkadir-i Geylânî Hazretleri, o zaman çok gençtir. Bu üç genç Bağdat’a medresede tahsil görmek için gelmişlerdir. Tahsilleri epey ilerlemiştir. Bağdat’ta bulunan Şeyh Yusuf el-Hemedan’f’nin(ks) namı ve şöhreti her yere ulaşmıştır. Sohbetiyle, tesiriyle, bereketiyle her yere namı yayılmıştır. İnsanlar akın akın onun ziyaretine gelerek istifade ederlerdi. Bu üç genç ise onu ziyaret etmek maksadıyla yola çıkarlar. Yolda İbnüs Sakkâ arkadaşlarına: “Ben istifade etmek amacıyla ziyaret etmeyeceğim. Ben o niyetle oraya gitmiyorum. Haftalardır kitap araştırması yapıyorum ve öyle bir soru hazırladım ki, Şeyh Yusufa (ks) bana cevap veremeyecek ve o topluluk içerisinde binlerce insan beni konuşacak. Münazara ettiler ve bu genç Şeyh Yusuf el-Hemedani’yi (ks) yendi diyecekler,” dedi. Ebu Saîd ise: “Ben bir soru soracağım. Hâşâ onu alt edip kendimi yüceltmek maksadım yok ama nasıl bir insan olduğunu öğreneceğim,” dedi. Seyyid Abdülkadir-i Geylânî (ks) ise küçük yaşına rağmen onlara hiddetle: “Allah’tan korkun! Bundan zarar görürsünüz. Ya niyetinizi halis tutup gidin ya da gitmeyin. Böyle bir niyetle nasıl gidersiniz? Ben o zâttan istifade etmek için gideceğim. Ben nasıl soru sorarım! Sadece huzurunda beklerim, onu görmekle şereflenir, bereketlenirim," dedi. Bu hâller içinde üç arkadaş sohbete giderler. Karabalık toplanmış; fakat Şeyh Yusuf el-Hemedanî (ks) henüz gelmemiştir Yarım saat sonra Şeyh Yusuf el-Hemedanî (ks) içeriye girer girmez o kalabalık içerisinde: İbnu-s Sakka kalk ayağa! İbn- üs Sakkâ, Allah’tan utan! Sen Allah’tan korkmuyor musun? Biz neyin peşindeyiz, sen neyin peşindesin? Senin yolda gelirken arkadaşlarına bahsettiğin soru bu, cevabı da bu. Senin bu yaptığın saygısızlık neticesinde senden gelecekte muazzam derecede küfrün kokusunu alıyorum.” Ebü Saîd! Sen de beni sınamak için geldin. Burası sınama yeri değildir ve senin bu yaptığın saygısızlık. Edebe riayet etmediğin için senin de gelecekte Allahu Teâlâ tarafından tuzağa düşürüldüğünü ve boğazına kadar dünyanın içerisine battığını görüyorum. Allah’a ibadet edecek bir anın dahi olmayacak, ömrün hüzün ile geçecek.
Sonra Yusuf el-Hemedanî Hazretleri, Seyyid Abdülkadir Geylânî Hazretlerine dönerek “Ey Abdülkadir! Bu edebinin güzelliği ile Allah Teâlâ’yı ve Resülü’nü (sav) razı ettin. Senin de hürmet ve saygına binaen gelecekte Bağdat’ın kürsüsüne oturduğunu, etrafında halkın olduğunu ve senden istifade ettiklerini görüyorum. Allahu Teâlâ sana öyle bir derece verecek ki, o dönemde yaşayan evliyaullah sana verilen o makamm önünde başlarını eğecekler ve sen “Ayaklarım omuzlarınızdadır.” diyeceksin.
Bu sözlerden sonra Yusuf el-Hemedan‘ Hazretleri oradan ayrıldı. Aradan yıllar geçti. Hakikaten Seyyid Abdülkadir-i Geylânî(ks) zamanının en üstün evliyası oldu. Ebü Saîd ise dönemin Maliye Bakanı oldu; paranın, makamın döndüğü yer... Dünyanın cazibesi onu o kadar etkiledi ki Allah’ın verdiği hayat mesaisinin bir parçasını dahi ibadet taate veremedi. Kulağına kadar dünyaya, dünya meşguliyetine battı. Ahirete hiçbir şeyi olmadan, müflis bir şekilde gitti. İbn-üs Sakkâ’ya gelince çok şöhretli bir âlim oldu. Ancak Allah ona tuzak kurdu. Nefsine yenildi. Allah ona müthiş bir zekâ ve kabiliyet vermişti. ilimde had safhada bir zenginlik, derinlik kazandı ve yaşadığı İslam topraklarında her insanı yenebilecek noktaya ulaştı. Daha sonra şöhreti o dönemde yaşayan sultanın kulağına gitti ve sultan,
İslam’a faydalı olur düşüncesiyle onu Bizans’a elçi olarak gönderdi. İbn-üs Sakka, Bizans’a gittiğinde papazlar tarafından büyük ilgi gördü, iltifat işitti. Bu iltifatlar, övülme, şöhret bulma onun had safhada hoşuna gitti. Papazlar da, ondaki bu beğenilme isteğini kendileri için kullandılar ve İbn-üs Sakkâ zamanla Hristiyan oldu. Hristiyan olduktan sonra ona büyük bir dünyevi makam verildi; ancak İslamiyet’e büyük zararlar vererek küfür üzerine öldü.
İlim ayrı, nefsi yenmek ayrı bir meseledir. İlim insanın nefsini terbiye etmez, tezkiye etmez; bir kitabı okumakla nefs tezkiye olmaz. İslamî ilimleri de çok iyi bildiği için İslamiyet’e had safhada zarar verir ve o dönemde İbn-üs Sakkâ, İslamiyet’e bu şekilde verdiği zararla meşhur olur.
Bir insan muhakkik bir âlim zât da olsa, tıpkı İbn-üs Sakkâ gibi bir ilme de sahip olsa, manevi eğitim ve desteği olmadan bu zındıkların, Yahudilerin, Hristiyanların, vatan, millet üstünde kurdukları bu tuzaklar karşısında elde ettikleri imanı koruma, muhafaza etme imkânı zordur. Osmanlımızı 550 sene boyunca âlem-i Hristiyan karşısında, Yahudiler karşısında muhafaza ettiren güç ve kuvvet Osmanlımızın müthiş zekâsı ve feraseti değildi; o büyük camilerin arkasındaki ehl-i tasavvufun tekkeleriydi. Allahu Teâlâ, bu nimeti bize vermişse bizim de bu nimete karşı sorumluluğumuz vardır. Elhamdülillah ülke emniyeti sağlanıyor; fakat iç emniyet de önemlidir. İç emniyet için kalplerin boş kalmaması lazım. Boş kalan kalpler av hükmündedir. Birileri onları avlıyor; hem İslam’a hem imana hem vatana hem şahıslarımıza ve başkalarına zarar veriyor. Bunları muhafaza etmek lazım, kalplerin boş olmaması lazım. Hakk bilinen, altında imzaları olan, günümüze kadar gelen milyonlarca velinin anlayışına göre İslam’ı seçeceğiz; günümüzde yaşayan Ali’nin, Veli’nin anlayışına göre değil. Biz inşallah bu şekilde vazifemizi yapacağız, çünkü Müslümanlık sadece İslam’ı yaşamaktan ibaret değildir. O sorumluluğun yarısıdır, diğer yarısı ise yaşadığımızı anlatmakla mükellefliktir. Siz söylediğiniz şeylerin tümüyle amel edemiyorsanız biIe üslubunuza dikkat ederek, hâlinize dikkat ederek, adabınıza dikkat ederek Allah’ın emrettiği şeyleri gidip söyleyeceksiniz.
Tasavvuf der ki; insanın ilim okumakla nefsi tezkiye olmaz, bu tecrübe edilmiştir. Bin yıl aradan geçse bu hakikat değişmez. Tasavvuftaki evrad u ezkar ile nefs tezkiye edilebilir. İlim erbabı olmuş İbn-üs Sakkâ gibi bir insan fakat nefsi vardır. Nefsi aşmak zordur, nefs ve şeytan olmasaydı çok basitti; fakat nefs denilen bir varlık vardır. Ayet-i kerimede şöyle buyrulur: “Kad efleha men tezekkâ.” (A’la,14) “Nefsini tezkiye eden felaha ulaşır.” Allah Resulü (sav) ifade ediyor: “Rubbe sâimin leyse lehü min siyâmihî ille’l-cü’u ve’l-ataşu ve rubbe kâimin leyse lehü min kıyâmihî ille’s-seherü.”
Nice oruç tutan insan var ki, oruçları kabul olmuyor da eline geçen sadece boşu boşuna aç kalmak, susuz durmaktan ibaret” Cenâb-ı Allah bizleri bu hâlden muhafaza etsin.
Eski büyük âlimler evlerinde ayaklarını uzatıp oturmazlardı. Çünkü kendilerinde her an çalınma
ihtimali olan büyük bir hazine vardı. Teslimiyet, vefa, aşk; bunlar muazzam birer cevherdir. Nasıl
toprağın derinliklerinde belli cevherler vardır. İnsanın kalbinde de bu tür cevherler mevcuttur. Bunları
muhafaza etmek çok zordur. İnsanın kalbinin her an işgal edilmesi söz konusudur. Kalbi işgal edecek
büyük güç ise nefs ve şeytandır. Dünyada da büyük güçler vardır. Yer altı zenginliği olan yerleri fitne
fesat içine sokup, vesveseye düşürüp karıştırmak suretiyle işgal ederler. Amaç ise oranın yer altı
zenginliklerine sahip olmaktır. İnsanın ruhunda, kalbinde muazzam cevherler vardır. İşte, eskiden
İslam âlimleri de kendilerini irşad edecek, kendilerindeki bu cevherleri ortaya çıkartacak ve o
cevherlerin teslim edileceği bir mürşid ararlardı. Onun için icap ederse memleket memleket, diyar
diyar, bazen de ülkeden ülkeye karış karış gezer; kendilerinde var olan aşkın, muhabbetin,
teslimiyetin sahibini ararlardı.
Hissedilmeyen şey aslında bilinmemektedir. Bilip de hissetmemek daha kötü bir şey. Bilmek mi, hissetmek mi? Yığın yığın, oda dolusu kitaplar... Aşkın ehemmiyeti ile ilgili, aşkın tarifini anlatan... İhlâsın önemi, sadakatin önemi ile ilgili oda dolusu kitapları okuyup hıfzeden bir insan mı, yoksa
kalpten bir damlasını hisseden mi? Hangisi üstün? İşte o yığın yığın kitapları okuyup da hissedilmediği için âlimler ömürlerinin sonuna kadar aşkın kaynağı olmuşlardır. Allah sizlere aşk versin. Aşk kime verildiyse ona büyük bir hazine verilmiştir. Bu bir lütfu ilahiyedir. Aşkın kalpteki bir damlası, bir oda dolusu kitap okuyup akılda tutmaktan çok iyidir. Onun için büyükler kalbe giren ihlâs, ihlâs ile yapılan bir zerrecik, habbe tanesi kadar bir amel; dağlar mesabesince ama halis olmayan amelden daha iyidir, derler. Bir oda dolusu kitap okumak ama hissetmemek... Bir damlacık olan ama hissedilen muhabbet...
Onun için kimin kalbine söylenilen şeylerden bir zerrecik girerse ve hissediyorsa dünyadaki en saf, en temiz insan odur. Allahü Teâlâ muvaffakıyet versin.
Muhabbet öyle bir şeydir ki insanlar birbirine anlattıkça artar. Yani Müslüman birbirine olan sevgisini
söylemelidir. Hadiste “Sizden biriniz din kardeşini severse ona sevdiğini söylesin.” buyruldu. Aynı
zamanda insan mürşidine olan sevgisi, muhabbetini başkalarına aktarmalıdır. Eğer aktarırsa o
muhabbet, insanların kalbinde daha da çoğalır. Ve bu muhabbet, sizin malınız olur. Bazı şeyler
verildikçe eksilir, azalır fakat bazı şeyler verildikçe, aktarıldıkça artar. Mesela ilim; insan öğrendiği şeyi
başkalarına anlatırsa o ilim onun malı olur ve artar. Muhabbet de öyledir; anlattıkça artar, verdikçe
çoğalır ve kişinin malı olur. Onun için insanın bunları, kimseden kıskanmaması gerekir. Bunlar
verildikçe çoğalacak olan şeylerdir.
Resul-u Ekrem (s.a.v) İslam dininde ilmin önemini “İlim öğrenmek, kadın-erkek her Müslüman’a farzdır.” hadis-i şerifiyle ümmetine bildirmiştir. Her Müslüman’ın bilmesi gereken üç ilim vardır. Bunların ilki, öğrenilmesi farz olan akaid ilmidir. Her Müslüman, “Allah’a nasıl inanılır, Resul-u Ekrem (s.a.v) kimdir, nerede doğmuştur, nerede vefat etmiştir, diğer peygamberler kimdir, ehl-i sünnet inancı nasıl olmalıdır, melaike-i kiram kimdir, kaza ve kader nedir?” öğrenip bunları aile efradına öğretmekle sorumludur. Çünkü insanın itikadı eksik olursa yapmış olduğu hiçbir amelin ona faydası yoktur.
İkinci ilim ise Allah-u Teâlâ’nın emirleridir. Allah-u Teâlâ’nın emirlerinin bir kısmının bilinmesi farz-ı kifaye, bir kısmı ise farz-ı ayndır. Farz-ı kifaye olan kısmı, yaşanılan bölgede o ilme vakıf olan kişiler
varsa diğerlerinin üzerinden bu sorumluluk kalkar. Her Müslüman İslam’da miras hukukunu bilmeyebilir. Bu husus ona gerekli olduğunda bir âlime danışır. Farz-ı ayn olan İslam emirleri ise insanın farz olan ibadetlerini yerine getirebilecek kadar öğrenmesi gereken ilimdir. Bunlar namazın nasıl kılındığı, abdestin nasıl alındığı; namazın, orucun farzları, sünnetleri gibi İslam rükünleridir.
Üçüncü sırada tarikat ilmi gelir. Bir insan Allah-u Teâlâ’nın emirlerini yerine getirir, ehl-i tarikat olursa Sadat-ı Kiram’ın hayatlarını öğrenip onları kendine örnek alır ve tavsiyelerine uygun hareket ederse Allah katında derecesi yükselir.
Rabb-ül Âlemîn (c.c) Resul-u Ekrem’e (s.a.v) Kuran-ı Kerim’de “De ki eğer siz Allah'ı severseniz bana tabi olun, o zaman Rabb-ül Âlemîn (c.c) de sizi sevecektir.” buyurur.
Rabb-ül Âlemîn (c.c) kendi sevgisini Resul-u Ekrem’in (s.a.v) mutabaatına bağlamıştır. Bir düşünün O’nu ne kadar sevmiş. Gece gündüz bana ibadet edin ancak o zaman sizi severim dememiş, demiş ki
“Resul-u Ekrem’e (s.a.v) tabi olun, o nasıl yapmışsa siz de onun gibi yapın, o zaman sizi affederim, sizi severim.” O halde bizim Müslüman olarak Resul-u Ekrem’in (s.a.v) hayatını çok okumamız gerekir. Sizler okur-yazar insanlarsınız. “Resul-u Ekrem (s.a.v) nasıl yaşardı, nasıl yemek yerdi, gece nasıl yatardı, nasıl sabah namazını kılardı?” bunları bilmemiz gerekir. Eğer biz bunları yerine getirirsek Rabb-ül Âlemîn’in (c.c) muhabbetini kazanırız. Eğer Resul-u Ekrem’e (s.a.v) gerçek manada tabi olmazsak biz ne kadar Allah'ı sevdiğimizi söylesek de yalan söylemiş oluruz. Çünkü Rabb-ül Âlemîn
(c.c) kendi sevgisini Resul-u Ekrem (s.a.v)’in sevgisine bağlamıştır.
Resul-u Zişan’ın (s.a.v) sünnet-i seniyyesine tabi olmayı alışkanlık hâline getirmeli, hiç olmazsa arada bir yapmaya gayret göstermelisiniz ki Rabb-ül Âlemîn (c.c) sizi bunun hatırına affetsin.
Resul-u Zişan (s.a.v) “Geceleyin kalkıp namaz kılan ve karısını uyandırarak ona da kıldıran, şayet kalkmak istemezse yüzüne su serpen erkeğe Allah rahmet eder. Geceleyin kalkıp namaz kılan ve kocasını uyandıran, kalkmak istemezse yüzüne su serpen kadına da Allah rahmet eder." hadis-i şerifiyle İslam’ın emirlerini yerine getirmede eşlerin birbirine yardım etmesini ister. İslamiyet bu kadar incedir.
Yorumlar
Yorum Gönder