Ana içeriğe atla

HİDAYET NURU


Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabbül Alemin. Vesselatü vesselamu ala rasulina nebiyyil ümmi ve ala alihi ve sahbihi ve sellem.

 Seyyid Şerif Curcânî hidayetin tarifini şu şekilde yapar: Hidayet; kişinin afaki ve enfüsî tefekkürünü, düşünce ve mülahazasını, aklî, amelî, nazarî şeylerde kullanmak suretiyle insanın içerisinde Cenab-ı Allah’ın yakacağı bir nur, bir ışıkktır. Afakî ve enfüsî tefekkürün tamamlanabilmesi; kişinin iradesini ilk önce aklî, sonra nazarî, sonra da amelî şeylerde kullanabilmesi ile olur. Hidayet, aklî merhaleleri aşıp nazarî olayları tefekkür edecek sonra amelî işlere geçecektir ve bu merhaleleri geçtikten sonra Cenab-ı Allah dilerse insanın kalbinde bir ışık yakar. Bir insanın hidayete ermesi zordur. Peygamberler dahi zatî güçleri ile bir  
insanın kalbine hidayeti yerleştirmeye muktedir değillerdir. Hz. Nuh küfür ehli olan oğlunun hidayete ermesini çok istemiş ama zatî iktidar ile bunu başaramamıştır. Hidayetin kalbe yerleşmesi çok zordur. Bu çok çetin ve zor bir şeydir. Dolayısıyla bugün kalbe hidayet sirayet etmişse kalplere hüküm vermek, dünyanın bunca meşgaleleri içerisinde kalbi bütün dünya mülahazalarından kesip atmak, bunca çetin ve zor olan bir gönül ile oynamak çok zor bir şeydir. Bunun için hidayetin tarifi budur ve hidayeti kalbe yerleştirmek bu kadar zordur.
Bugün Allah bizlerin kalbine hidayet nurunu vermiş ise, bunu hem bu dünyada hem de ahirette verilmiş en büyük nimet, en büyük bağış olarak görmek lazım.
Ayrıca kitaplar şunu söyler: ibadet, Cenab-ı Allah’ın önceden insana bahşettiği bir nimetin karşılığı ve teşekkürüdür. Allah bizlere önceden nimet vermiştir, biz bu nimetin karşısında şükrümüzü ibadet ile yapıyoruz. Yoksa ibadet gelecekte insana bahşedilen bir nimetin mukaddimesi değildir. Allah vermesi gerekeni bize zaten vermiştir. Nasıl mı? İlk olarak yok olarak kalmadık. Allah bizi var etti. Var olurken de cansı olarak var olmadık, canlı olarak var olduk. Bunlar nimettir ve bu nimetlerin teşekkürünü Allah bizden ibadet ile sunmamızı istiyor. Canlı olarak yaratıldık, eğer taş gibi cansız bir varlık olarak yaratılsaydık hiçbir hissiyatı, hiçbir lezzeti bilemezdik. Canlı olarak var olurken de herhangi bir hayvan gibi var olmadık, insan olarak var olduk. Var eden Allah’tır, kendi kendimizi var etmedik. İnsan olarak var olurken de herhangi bir insan olarak değil insan-ı mümin olarak var olduk. Mümin insan olarak var olurken de Resül-i Ekrem’in(sav) ümmetinden var olduk. Resül i Ekrem’in(sav) ümmeti içerisinde yaratılırken de böylesine aziz bir topluluk, cemaat içerisinde var olduk. Bakın Allah bizlere ne kadar büyük nimetler ihsan etmiş. Allah diyor ki: (Lein şekertüm leezîdenneküm) Size eğer şükredici olursanız, verdiğim nimetlerin şükrünü yapacak bir duyguda olursanız, şükürle hareket eden, şükredici kullar olursanız; ben mutlaka ve mutlaka, o nimetlerinizi arttırırım. (Ve lein kefertüm inne azâbî leşedîd) Eğer küfrân-ı nimette bulunursanız, yâni nimetin kıymetini bilmezseniz, değerlendirmezseniz, küçümserseniz; o zaman da azabım şiddetli olur."(İbrâhim, 7) Siz bu kâinatı baştan sona dolaşsanız. Milyon yıl yaşasanız, her yeri gezseniz dahi Allah’ın sizlere hazırladığı nimetlerin benzerlerini göremezsiniz.
Ancak unutmamalıdır ki Allah’ın sadece merhamet kapısı yoktur, azap kapısı da vardır. Bediüzzaman Hazretleri der ki: Ey kendini insan bilen insan, kendini oku! Eğer sen kendini okuyamaz isen gafil kalırsan senin hayvan ve cansız suretinde bir insan olma ihtimalin vardır. İşte bir insanı, bir hayvanı, bir taşı birbirinden ayırt eden tefekkürüdür. Eğer insan bir kitap gibi kendini okuyamaz ise Allah nezdinde hayvanat ve camidat sınıfında ama insan şeklindedir. Hadis-i kudside “Muhakkak ki kendisini bilen Allahı da bilir.” denir, kendisini kitap gibi okuyan yaratıcısını bilir, kendi karakterlerinin tefekkürünü eder Allah'ın esfadını bilir. Her insan kendi karakterine bakmalı. Bir insan bilinmezi karakteri ile bilir. Biz Allah’ı esfadı ile bilebiliyoruz. İnsanda pozitif anlamdaki, güzel olan bütün karakterlerin çok daha güzeli yaratıcıda zaten vardır. İlim mi var, yaratıcı Allah’tır. O nda daha fazlası var; merhamet mi var, Allah ta daha fazlası var; şefkat mi var, Allah ta daha fazlası var;

cömertlik mi var, Allah ta daha fazlası var; birine bir iyilik yaptığında teşekkür mü bekliyorsun, Allahta da bu var. Birine kızdığında dersini alsın mı diyorsun, bu Allah ta da var. Bazen Allah’ın kuluna şefkat tokadı vardır; bilinme adına, tekabüliyet adına, zorluklarla boğuşsun, hayata alışsın, olgunlaşsın, biraz mücadele etsin der. Bu Allah’ın akli içinde vardır. Negatif anlamda insandaki olumsuz esfadların ise Allahta zıddı vardır. Zulmün zıddı Allahta vardır, insandaki cehaletin zıddı Allahta var. Dolayısıyla insan kendini okumalı.
Nefsten maksat ruhtur. Ruhunu bilen Allah’ı bilir. Nasıl ki ruh, bu heykeli (vücudu) harekete geçiriyorsa bütün evreni harekete geçiren de Allah’tır. Nasıl ki ruh birdir, Allah da birdir. Nasıl ki ruhtan habersiz göz bebeği, kaş, mide, kalp, bütün azalar, tefekkür, hayal, akıl onun irade ve tahriki olmaksızın harekete geçemiyorsa; mahlukat içerisinde de bir yaprak, bir toz tanesi dahi Allah’ın iradesi olmadan harekete geçemez. Nasıl ki ruh vücutta her yeri kuşatmışsa Allah da her yeri kuşatmıştır. Ve nasıl ki insana en yakın olan ruh ise Allah da mahlukatına en yakın olandır. Bir yaprağın en küçük zerresine en yakın olan gene Allah’tır. Ruh nasıl görünmezse Allah da görünmezdir. Ruha herhangi bir benzetme yapılamaz; şekli nedir, hali nedir diye. Ruh nasıl bedenden öncesinde vardı, bedenden sonra da var olacak; Allah da öyledir, kâinattan önce de vardı sonra da var olacak. İnsan kendine en yakın olan ruhu daha tam idrak edemez iken, aklı buna acziyet gösterir iken, hali hazırda DNAsını dahi çözemez iken, haritasını tam tamamlayamaz iken -kaldı ki ruh da yaratılmış bir varlık yaratılmış olan bir şeyi akıllar tahayyül edemez iken, yaratıcı nasıl idrak edilebilir? Sıddîk-ı Ekber (ra) der ki: idrâkden acziyet idrâktir. İdrakte acziyet göstermek, idrakin bizzat kendisidir. Bir insan; Allah’ı idrak emekte acziyet gösteriyorsa, ben acizim diyorsa, o bizzat idrakini anlamaya çalışıyordur. İnsan; bunca nimete vefasızlık gösterirse, müteşekkir olmazsa, Allah’ın belirlediği çerçeve içerisinde hareket edilmezse, Allah’ın insanlara merhametinden ötürü bunca şeyleri hazırlamış olduğunu görmez, bunları tefekkür etmez ise camidat, o insanın hayvanat sınıfında olma ihtimali yüksektir. Verilen nimetleri düşünmek gerekir, yok olmadık, var olduk bu çok büyük bir nimettir. Allah, bir insana çok şeyler bahşetmiştir ve insan da Allah’ın verdiği zenginliğe, mala, mülke her defasında şükretmelidir. Elindeki malına, mülküne bakıp şükreden o insan, aslında Allah'ın geçmişteki nimetlerini unutmuş olduğu halde sonradan verdiklerine hamd ediyor. Hâlbuki sonradan verilen şeyler o önceden verilen şeylere nispeten ne kadar kıymet ifade ediyor; var olmak, var olmanın içerisinde canlı olmak, canlı olurken de herhangi bir hayvan gibi değil insan olmak, herhangi bir insan değil insan-ı mümin olmak, insan i müminin içerisinde ümmet-i Muhammedî ! Bakın Allah bizlere ne kadar büyük nimetler ihsan etmiş ama çoğu insan ne yazık ki bunca nimetten habersiz hayatını sürdürüyor, Allah bizleri insan eylesin. Her doğan insan bir potansiyeldir, bir ibre gibidir, tabiat da öyledir. İnsan isterse Allah’ın belirlediği insaniyet konumuna da gelebilir, hayvanat ve camidatın en aşağı sınıfınada girebilir. Hz. Resulullah (sav) döneminden önceki ümmetlerde nesih hadisesi vardı. Bir insan; Allah’ın verdiği nimetlere karşı şükürdar olmuyorsa, tefekkür etmiyorsa, Allah’a karşı başını bir kez dahi secdeye eğmiyorsa Allah onu hak ettiği sınıf ne ise o sınıfa dâhil ediyordu, onun suretini, libasını, kılıfınıda değiştiriyordu. Fakat Hz. Resulullah (sav) döneminde Allah Teâlâ Resulullah'ın (sav) duasma binaen zahiri nesihi kaldırdı. Manevi nesihe uğrayan insanda, suret insan sureti olarak kalır ama iç âlemi bütünüyle değişir ve bir müddet sonra insani kulaklar, insani gözler, insani kalpler kapanır; o insan batında hayvaniyete dönüşüyor, hayvaniyetin de bir merhale aşağısına iner, hayvanların içerisinde en canisi, zalimi ne ise onun haline bürünür.
Resülü Ekrem (sav)’in ümmetinden zahiri nesih kaldıırlmıştır ama manevi nesih devam eder. Manevî nesihin alametlerinden biri sohbetten müteessir olmamaktır. Bir insan sohbet dinler ama o sohbet kalbine, tuhuna tesir etmez. Bu çok gariptir, bunca hakikat söylenecek ama insanın kalbine, ruhuna tesir etmeyecek. Onun i.in Allahu Teala ayeti kerimede “Ey iman edenler, iman edin!” (Nisa,136) buyurur. İman eden insan bir daha neye iman edecek? İnsanın her an kayma ihtimali vardır. Bu nedenle insan sürekli imanı gözden geçirmeli. Bir mümin günde beş defa Allah’ın kapısını çalar. Allah

kuluna ne istiyorsun dediğinde mümin der ki: İhdinas sırâtel mustakîm (Fâtiha, 6) "Ya Rab, beni hak yola sevk et.' Bu insana sen zaten hak yolda değil misin denilmez mi?
Ne kadar kaygan bir zeminde yaşıyoruz! Düşünün ki bunca daire sizi dünyaya çağırıyor, nefs sizlerle uğraşıyor, dünyanın güzellikleri sizinle uğraşıyor, bazen aklınızı baştan alıyor, bu kadar dünyaya çağıran şeylerin içerisinde insanın kaymama ihtimali olmaz mı, muhakkak olur. Onun için Seyda Fadlullah Hazretleri (ks) ‘Böyle bir dönemde, sağlam bir imana, imanın anahtarı sağlam bir itikada sahip olan insan; feréizleri yerine getirir ve Sâdât-ı Kirâm’ın izinden biraz olsun gelme hareketi gösterirse kurtuluşa erecektir.’ buyurur. Bu ifadeleri de iyi anlamak gerekir. Bakın, yerinde durmak değil, harekete geçmek; dün neredeysen bugün bir basamak öteye gidebilmek. Eğer siz yerinizde sayıyorsanız o da tehlike arz ediyor. Sâdât-ı Kirâm ın gittiği yoldan gidebilmek, tümüyle de olmasa en azından hareket edebilmek, imanın kurtuluşuna vesiledir.
İnsanların kurtuluşuna çalışanın Allah da kurtuluşuna çalışır. Allah nezdinde insanların en hayırlısı insanlara menfaati dokunandır. Menfaat dünyevi anlamda da güzeldir ama asıl menfaat uhrevi anlamdadır. Bir insanın altmış yıllık dünyevi hayatını inşa etmek, onu sıkıntıdan kurtarmak çok güzel bir şeydir ama asıl güzel olan insanın ebediyetini inşa etmektir. Ebediyet, altmış yılın yanında ne kadar büyük bir kıymet ifade eder!
İnsan sarayda dahi olsa Allah’ı bilmiyorsa zindandadır. Zindanda olup Allah’ı bilen ise sarayın kendisindedir. Hapis hayatı yaşayan ama Allah ile gönü bağı olan vallahi saray hayatını yaşar. Allah'ı bilmeyen, Allah’ın marifeti ile mamur olmaya kalp ise ölüdür. İnsanların necatına, kurtuluşuna hizmet etmek; imanlarına vesile olmak bu mânâda çok önemlidir. Allah hepimizi o hizmete nail eylesin. Allah bizlere çok büyük nimetler ihsan etmiş.

Ve sallallahu aleyhi vesellem...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

O VE BEN

O ve ben diye başlıyor kitap. ‘O ve Ben’… Kitabı okuyanlar görecektir ki kitapta Necip Fazıl'dan bir eser kalmamıştır. Yani Necip Fazıl bu kitabında O’nu ve kendisini anlatır. Asıl olanı kitabın sonunda görüyoruz ki zahiri Necip Fazıl'dan eser kalmaz ve yalnızca O kalır. Bir nevi  fenâ hali. ( burada fena olmak mevzusuna değindiğimiz yazının linkini kullanacağız) O diye hitap ettiği kendisinden bahsettiği kişi onun mürşidi, rehberi,  öğreticisi,  hocası olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleridir. Kitap, biyografi niteliğinde bir eser olup Necip Fazıl, kendi hikayesini, kendi ölçüsünü, kendi yaşamını anlatır. Bu yaşamı ise O’nun üzerinden anlatır. Çünkü O olmadan önceki hayatını yaşanmamış saymıştır.  “Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum  Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum” Bir insanın gafletten uyanışı, kendini bilişi, kendine gelişi, kendinin farkında oluşu aslında o insanın bir doğumu hükmündedir.  Biz buna bir *‘Seyru sülûk’ hika...

Berât (ﺑﺮﺍﺋﺖ )

Berât  ( ﺑﺮﺍﺋﺖ   )  Enfâl Suresi 24. Ayet Sözlükte; temize çıkmak, aklanma anlamlarında kullanılır. Şaban Ayının on dördünü on beşine bağlayan gecesi  Berât  Gecesidir. Bu  gecede, Kuran -ı Kerim  Levh -i Mahfuzdan dünya semasına indirilmiştir. Buna inzal denmiştir. Kadir Gecesinde ise Efendimize parça parça indirilmeye başlanmıştır. Buna da tenzil denmiştir.    Bakın bu gece için İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri ne demiştir: Yazılır halkın berâtı gelince Berât Gecesi Ger hayâtı ger memâtı gelince Berât Gecesi Cennet kapısını açarlar âleme rahmet saçarlar Mümine hulle saçarlar gelince Berât Gecesi Mümin nârdan berî olur Hakk'dan yüce ihsân olur Kâfir nâre dâhil olur gelince Berât Gecesi Hakkı Hakk rızasını bulur her kim bu şeb namaz kılur Duâlar müstecâb olur gelince Berât Gecesi

HAFTANIN KİTABI

HIZIRLA KIRK SAAT “Dost ol kişidir ki, öldürülmesi muhakkak ve mukarrer olan gecede Peygamber-i Ekber’in yatağında yatar, O’na Şah-ı Velayet denir. Dost ol kişidir ki, Yar-ı Gar’dır. Kucağında mübarek bir emanet vardır. Bütün delikleri elbisesinden muhtelif parçalarla tıkar, son deliğe tabanını dayamıştır. Kucağındaki mübarek emanet, uyumayan uyanıklık içinde uyur görünmektedir. Oradan Ebu Bekr’i yılan sokar. Dost son deliğe tabanını, taban gibi görünen gönlünü uzatandır, gönlü ile orayı tıkayandır.”   Bir yolculuk kitabıyla tanıştırmak isterim sizi. Yerin altını ve üstünü, geceyi ve gündüzü, hüznü ve mutluluğu, Nil’i ve Atlantik bahrını, Batının korosu ve doğunun sahralarını içine alan ve yürümenin hiçbir şekilde izah bulmadığı bir yolculuk kitabı.   Üstad Sezai Karakoç bu kitabını yazarken kırk gün boyunca aynı çay bahçesinde aynı masada oturmuş, karşısında Hızır (a.s) ile bir muhabbete gark olmuştur. Karşısında Hızır (a.s) varmış ve onunla beraber bir yolcu...