Ana içeriğe atla

dünyada bir yolcu gibi ol


Bismillahirrrahrnanirrahirn. Elhamdülillahi Rabbu'l Âlemin. Vesselatu vesselamü ala seyyidina Muhammedin nebiyyina ve ala alihi ve sahbihi vesellem. Rabbişrahli sadri ve yessirli emri. Vahlul ukdeten min lisani yefkahu kavli.


Peygamber Efendimiz (s.a.v) ve ondan önce gelen yüz yirmi dört bin peygamberin hepsi insanları uyandırmak için gelmişlerdir. İnsanların uykuda olduklarından, gaflet içinde olduklarından bahsederler. “Çoklukla övünmek sizi, kabirlere varıncaya (ölünceye) kadar oyaladı.” buyrulur. Kuran-ı Kerim’de. İnsanlar mal toplama, malın arkasından koşma büyüsüne tutuldular; bu onları meşgul etti. Ta ki kabre girene kadar uyanamadılar. İnsanın bir imtihana tâbi tutulduğunu bizim yaratıcımız beyan eder, Peygamber Efendimiz (s.a.v) beyan eder. Resulü Ekrem (s.a.v) buyuruyor ki: “Kün fid dünya keenneke garip.” Yani: “Dünyada sanki bir garip veya bir yolcu gibi ol.” Dünyaya aldanmayın, bağlanmayın. Gördüğünüz şeyler sizi dağıtabilir, hislerinizi köreltebilir, sizi aslî vazifenizden alıkoyabilir. Gördüğünüz, duyduğunuz şeyler, içinizde bir habbe oluşturup bütün ruhunuzu kuşatabilir. Allah’ın ayetlerini işitmenize engel olur. Peygamber Efendimizin (s.a.v) sözlerinin ne anlama geldiğini düşünmenize engel olur. Anlamlarını bilirsiniz ama hakikatini öğrenemezsiniz. Onun için Resulullah (s.a.v), hayatını gurbetteki bir insanın hayatı gibi sürdür, kalbini dünya malına fazla bağlama; der.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir gün ashabı ile otururken yere bir daire çizer. Çizginin etrafına bir daire daha çizer. Bunu resmetmek suretiyle ashabı üzerinden ümmetine şu ikazda bulunur: Birinci çizgi insanın ölümüdür, hayatının son bulduğu andır. Bu çizgiyi çevreleyen diğer çizgi ise insanoğlunun hedefleridir. Hiçbir insan yoktur ki dünyadaki hedeflerine, gayesine ulaşsın da ondan sonra can versin. Ölüm, her zaman insanoğlunun hedeflerinden önce gelmiştir.
İnsan hayatı boyunca hep planlar, programlar yapar. Bu planların içerisinde önemli bir mesele olan ölüm mefhumunun bulunması gerekir. Hayatımızı bununla dengelememiz lazımdır. Onun içindir ki Allahu Teâlâ Kuran-ı Kerim’de ölüme çok dikkat çeker. Kabir âlemine, berzah âlemine, hesaba dikkat çeker. “Summe le tus’elunne yevme izin anin naîm.” “Sonra o gün, size verilmiş olan her nimetten sorguya çekileceksiniz.” O gün Allah mahkemeyi kuracak, bizzat kendisi hâkim olacak. Her bir insanın sorgusunu bizzat Allah yapmak suretiyle size verilen her bir nimetin hesabını vereceksiniz. Hz. Ömer (r.a.) buyurmuş: “Allah sizi hesaba çekmeden evvel siz nefsinizi hesaba çekin.” Peygamber Efendimiz (s.a.v), dünya hayatından sonra insanın gidebileceği iki yer olduğunu söyler; ya cennet ya cehennem. Üçüncü bir yer yoktur gidilecek.
Yeryüzünde var olan onca varlık içinde mükellef olan yalnız insanlar ve cinlerdir. Şeytan da cin taifesindendir. Hz. Âdem (a.s.) yaratılmadan iki bin sene evvel yeryüzünde mükellef varlık olarak cinler vardı. Cinler, yeryüzünde bir kargaşa ortamı oluşturmuşlardı. Allah Hz. Âdem’i (a.s.) yaratacağı zaman melekler “Ya Rabbi, cin taifesi gibi yeryüzünü ifsad eden, bozgunculuk çıkartan, birbirinin kanını döken bir ırk mı yaratacaksın?” dediler. Âdem (a.s.) ve onun çocukları yaratılırken melekler, cinlerin tarihine bakıp Allah’a böyle söylediler. Allah, “Sizin bilmediğiniz şeyler var, ben biliyorum.” buyurdu. Cinlerin bir kısmı Allah’a inanıyor, bir kısmı inanmıyor. Şeytan da cin taifesindendi ve önceden Allah’ın yüksek kullarından bir kuldu. Onu saptıran şey ondaki “nefs” oldu. Bütün insanlığı yoldan çıkaran şey, nefs. Ve onun üzerine “şeytan” da eklendi. Kuran-ı Kerim’in ve Peygamber Efendimizin (s.a.v) ifadelerinde şeytan için insanın damarlarında kanın dolaştığı gibi şeytan da insanın içinde dolaşır ve ta kalbine tesir edecek güce sahip olduğu ifade edilir. Hepimiz nefs sahibiyiz, şeytan var; bozulmamız için bir sürü koşul mevcut. Ve bunlara rağmen insanoğlunun bozulmaması lazım. İnsanın her an hastalığa yakalanma ihtimali var. Bunun için sürekli yenilenmesi, sürekli tövbe etmesi gerekiyor. Resulü Ekrem (s.a.v) bunun ilacı olarak bize dünyada kendimizi gurbetteki bir insan gibi yahut bir yolcu gibi düşünmemizi tavsiye ediyor. Gurbete çıkan bir insan bütün sermayesini bir gecede harcamaz örneğin. Dünyada da bütün sermayenizi harcadığınız zaman esas yurda gidince hiçbir alacağınız olmaz, müflis hükmünde olursunuz.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) buyuruyor ki: “Akıllı kimse, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışandır.” Allahu Teâlâ sınav olsun diye hakikati görmemize engel olacak dünya denilen bir perde yarattı.

Bakıyorsunuz her şey sebepler dairesinde oluşuveriyor. Sebeplerin arka planında Allahu Teâlâ var ama nice insan göremiyor. Akıllı insan perdenin arkasını görebilendir.
“Ölmeden evvel ölünüz” buyurur Peygamber Efendimiz (s.a.v). Ölüm sizi uyandırmadan önce uyanın. “Ve men kane fi hazihi a'ma fe huve fil ahıreti a'ma ve edallu sebila.” Dünyada iken gözünü, kalbini açmayan insan ahirette Allah’ın huzuruna da kör olacak gelecek. Daha fırsat var iken gözlerimizi açalım, kalplerimizi açalım. Peygamber Efendimiz (s.a.v), “Dünyada garip yahut yolcu gibi ol; nefsini ehl-i kuburdan say.” buyurmuş. O zaman insan bedeniyle dünyada, malın içinde bulunulabilir ama malı kalbin içine aldığı zaman dengeyi alt üst etmiş olur. Allah bu tür insanlara lanet eder. Yine buyurur ki Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Dünya mel'undur, içindekiler de mel'undur, ancak zikrullah ve zikrullaha yardımcı olanlarla âlim veya müteallim hâriç.” Allah ile ilişkilendirilen şeyler müstesna olmak üzere her şey mel’un. Resulullah Efendimiz (s.a.v): “Dünya bir leş yığınıdır, çöplüktür. O çöplüğün etrafında toplanan, o çöplüğe kalbini bağlayan insanlar Allah nezdinde birer köpekten ibarettir.” buyuruyor. Ve insanlar o çöp için birbirleriyle kavga eder.
Müslüman nasıl olmalı? Cenabı Allah ona muallim göndermiş, peygamberler göndermiş. Peki, peygamberleri biz görmedik, o devre yetişmedik. 1400 yıl evvel gelse idik çok şanslı olacaktık. Biz ikaza muhtacız, uyandırılmaya muhtacız. Çünkü insanı Allah’a davet eden bir iken dünyaya davet eden bindir. Bire karşı bin var. O zaman o ‘bir’in himayesinde bulunmak lazımdır.
Çocuk bulûğ çağına gelene kadar Allah şefkat ve merhametine binaen ona iki tane mürebbi vermiş. Bu mürebbiler, onu ahirete ve dünyaya hazırlar. İnsanı da Allah boş bırakmamış. Peygamberlik müessesini her dönem işletmiş. Bazen aynı dönemde elli peygamber hazır bulunmuş. Köyden köye bağlantı sağlayacak vasıtalar olmayınca her köyde bir seçkin kişiyi peygamberlikle görevlendirmiş ve o köyün irşadına o kişiyi vesile kılmış. En son Resûlü Ekrem’e (s.a.v) kadar. Ondan sonra peygamber gelmiyor fakat velayet kapısı açık mı? Kıyamete kadar velayet kapısı açık. Peygamber Efendimizin (s.a.v) nübüvvet ve velayet olmak üzere iki sıfatı vardı. Nübüvvet kapısı kapanmıştır ama velayet kapısı açıktır. İrşad müessesini Allah kıyamete kadar işletiyor. Peygamber Efendimiz (s.a.v) buyurur ki: “Ümmetimin âlimleri İsrailoğulları’nın nebileri gibidir.” Endişeye kapılmasın benim ümmetim, diyor yani. Ümmetimden öyle zâtlar gelecek ki onlar kabiliyet ve donanım itibariyle İsrailoğulları’nın peygamberleri gibidir. İnsanları irşad etmekte, insanlara tesir etmekte benden önceki peygamberler gibidirler.
İnsanın kalbine hâkim olması gerekir. Allah ile arasında engeller varsa kendini bir muhasebeye tâbi tutup engelleri bertaraf etmesi gerekir. Denilir ki İmam-ı Âzam Ebu Hanife Hz. (k.s) kırk yıl boyunca yatsının abdestiyle sabah namazı kılmıştır. Bu şu anlama gelir: İmam-ı Âzam Ebu Hanife’de (k.s) öyle bir aşk u şevk vardı ki o aşkla kırk yıl boyunca gecesini ihya etmiştir. Gaflete düşmemiş anlamına gelir bu. Kırk yıl bizim gözümüzde ne kadar büyük bir rakam. Kırk sene boyunca geceleri yatmadı demek ki. İmam Âzam’a (k.s) bunu yaptıran neydi? Çünkü zevk aldı, sevdi. Bir şeyin mahiyetini anlamak için biraz da zevk almanız gerekir. Tadını alabilmek için de sevmeniz gerekir. Bugün nice insanlar geceden sabaha kadar uyanık. Belki sabah da değil sabahın sonrasına kadar. Ellerinde bir tane ekran var, o ekrana kendilerini hapsediyorlar. Bu, bilgisayar olabilir, cep telefonu olabilir. Bu, bugün çok garip bir hadise değil. Geceden sabaha kadar gaflet. İmam Ebu Hanife (k.s) sevdi ve büyük bir tat aldı, o işe kendini adadı. Başka bir ekrana bakıyordu o. Ve o ekrandan da büyük bir tat alıyordu. Siz ona deseydiniz ki “Niçin yapıyorsun bunu?”. O size derdi ki: “Sizin yediğinizden, içtiğinizden, dolaştığınızdan, elinize aldığınız ekranlardan aldığınız tadı, ben ibadet ve taatten alıyorum.”
Hz. Aişe (r.a), gecesini ibadetle geçiren Peygamber Efendimize (s.a.v) der ki: “Ya Resulallah! Siz zaten gündüz yoruluyorsunuz, geceyi de uyumadan geçiriyorsunuz.” Peygamberimiz (s.a.v): “Ümmetime şefaat yetkimin yükselmesi için yapıyorum, ümmetimi düşünüyorum. Hem de insanların zahiren tat alma mekanizmaları nasıl işliyorsa benim de ruhumun gıdası bu, bundan tat alıyorum.” buyuruyor. Melekleşen bir ruh... Ve tam tersi; ruh tarafı kaybolmuş, mücerret bir maddeden ibaret olan insan. Sadece hayvani yönü kalmış, uhrevi hisleri gittikçe körelmiş.

Hülase-i kelam; insanın muhip olması gerek. Âşık olması, sevmesi gerek. Sevgi Kaf Dağı’nın arkasında da olsa hayatı boyunca aramalı ve bulmalı. Bunun için bir ömür feda etmeye değer mi? Değer. Ama bir ekranın görüntüsüne bakarak ömrü buna feda etmeye değer mi? Vallahi değmez.
Yerdeki karıncaya bakarsınız. Karınca çalışır, çalışır, çalışır. Hanesini bir açsanız, baksanız; yirmi yıla denk gelecek stok yapmış. Bu hayvanı insanoğlu biraz akılsız görür. Çünkü ömrü belki bir yıl bile yoktur. İşte böyle, tepeden bize bakan melaike-i kiram da bize ne diyor acaba? Bu, dünya ile alakamızı kesmeliyiz anlamında mıdır? Hayır. Allah’ın Resulü (s.a.v) dünya ile alakasını kesmiş midir? Hayır. Resulullah (s.a.v) ticaret yapmıştır, sünnettir; biz de yapabiliriz. Yapacağız ki hayatımıza bereket girsin. Sahabe-i Kiram’ın da her biri bir işle meşguldü. Ama bunun yanında İslamî kimliğinizi unutmayacaksınız, ahireti unutmayacaksınız. “İlim (insanlığın menfaatine olan bir ilim), Çin’de de olsa gidip alınız.” buyuruyor Peygamber Efendimiz (s.a.v). Önemli olan bizim bu yaptıklarımızı hangi amaçla yaptığımızdır. Nefsimizi tatmin etmek için mi yapıyoruz yoksa merkezde Allah’ın rızası mı var? İşin sırrı buradadır. Eğer bir insan Allah’ın Resulünü (s.a.v) merkeze alıyor, onun hoşnutluğu için çalışıyorsa o aslında Allah’ın hoşnutluğudur. Fakat kendi enaniyeti, nefsi merkezdeyse Allah lanet ediyor.
Kuran-ı Kerim’de Allahu Teâlâ buyuruyor ki: “Ey Âdemoğulları! Ben, sizlerden şeytana ibadet etmeyeceğinize dair ahd almadım mı? Muhakkak ki o (şeytan), size apaçık bir düşmandır.” Şeytana ibadet nasıl olur? Secde mi etmek? Hayır. Şeytan ve nefsin arzu ve isteklerini yerine getirmekle kulluk hâsıl olur. Nefsiniz size bir şey söylüyor, karşısında Allah bir şey söylüyor; siz bu durumda nefsinizi tercih ediyorsunuz, onun arzu ve isteklerini yerine getiriyorsunuz. Veya şeytanın arzu ve isteklerini yerine getirdiğiniz zaman bu, şeytana kulluk etmek olur. Otuz, kırk, elli yaşına gelmiş insan ama hâlâ nefsimi nasıl tatmin edebilirim diye uğraşıyor; nefsine kulluk ediyor. Allah akıl fikir versin. Peki, ne zaman tövbe edeceğiz? Öldükten sonraki tövbe fayda etmiyor. Artık tövbe edelim, nefsimizin arzu ve isteklerini yerine getirerek ona kulluk etmek yerine Allah’a kul olalım. Allah bizden bunu istiyor. Kabir ehline bir baktığımız zaman çoğunluğu gençtir. Yirmili, otuzlu yaşlardaki insanlar ölüyor. Ölümü de Allah özellikle gizlemiştir, Kadir Gecesi’ni gizlediği gibi. Her geceyi Kadir bilesiniz, kıymetini anlayasınız diye; zamanı israf etmeyesiniz diye. Ölümü de hayatın içine gizlemiş ki her günün içinde ölüm varmış gibi kendimizi ölüme hazırlayalım diye. Allah’ın bir nimetidir bu.
Bu sözlerin size tesir edebilmesi için hipnozdan kurtulmanız lazım. Belki gerçekten bir hipnoz altındayız da bilmiyoruz. İnsan hipnoz altına girer mi? Girer. Gördüğü, duyduğu şeyler insana tesir eder. Bir telkin, iki telkin, televizyonda hep aynı görüntüler... Artık ruh bunlarla beslene beslene ruhun mekanizması çöker. Ruh mekanizmasının çökmesi ne anlama gelir? Kabir ile ahiret ile ilgili her hadiseyi Allah ile ilişkilendirmemiz gerekir. Örneğin birinin ölümüne şahit olduğumuzda ahiret aklımıza gelmiyorsa bu beslenme doğru bir beslenme değildir, sağlıksız bir beslenmedir. Dünya düşüncesi kalbinize inmiş, ruhunuza işlemiş demektir. Bu insan için ‘kördür, sağırdır’ denilebilir; çünkü Kuran-ı Kerim’de Allah öyle ifade eder. Gördüğü, işittiği şeyi hakikatle ilişkilendiremiyorsa o insan kördür, sağırdır artık. Hiçbir şey tesir etmiyor, hasta tedaviye cevap vermiyor. Onunla yarası arasında bir blokaj oluşmuş, en tesirli tedavileri uyguluyorsunuz, Kuran-ı Kerim’den ayetler okuyorsunuz mesela, hadis-i şeriflerden örnekler veriyorsunuz ama cevap vermiyor. Gavs-ı Hizan (k.s), bir insanın kalbine sohbet tesir etmiyorsa o insan kendi haline ağlasın, der. Çünkü o insanın ‘nesih’ olma ihtimali yüksektir. Nesih nedir? Gözün, kalbin, kulağın, bütün azaların fonksiyonunu kaybetmesi demektir. Kanserli bir hasta gibi yani.
Bu yüzden tasavvufa iltica etmeliyiz, düsturlarına riayet etmeliyiz. İmam-ı Gazali (k.s); ne kadar akıllı ve zeki olursa olsun, kendine ne kadar güvenirse güvensin eğer bir insan fasık insanlarla oturup kalkarsa onun da zamanla o insanlara benzeyeceğini söyler. Fizikî beraberlik zamanla zihnî beraberliğe dönüşür, der. İnsan bunun farkında olmaz ama her şey önce zahirden başlar. Siz kendinizden eminsinizdir, o insanlarla beraber olma amacınız güya farklıdır ama bir bakarsınız bu beraberlik zamanla zihnî beraberliğe, sonra kalbî beraberliğe dönüşmüş. Kalp beraber olursa ne olur? Resûlullah (s.a.v): “Kişi kimi severse onunla haşr olur.” buyurmaktadır.

Ve sallallahu alâ seyyidinâ nebiyyil ümmî ve alâ âlihi ve sahbihi ve sellem.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

O VE BEN

O ve ben diye başlıyor kitap. ‘O ve Ben’… Kitabı okuyanlar görecektir ki kitapta Necip Fazıl'dan bir eser kalmamıştır. Yani Necip Fazıl bu kitabında O’nu ve kendisini anlatır. Asıl olanı kitabın sonunda görüyoruz ki zahiri Necip Fazıl'dan eser kalmaz ve yalnızca O kalır. Bir nevi  fenâ hali. ( burada fena olmak mevzusuna değindiğimiz yazının linkini kullanacağız) O diye hitap ettiği kendisinden bahsettiği kişi onun mürşidi, rehberi,  öğreticisi,  hocası olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleridir. Kitap, biyografi niteliğinde bir eser olup Necip Fazıl, kendi hikayesini, kendi ölçüsünü, kendi yaşamını anlatır. Bu yaşamı ise O’nun üzerinden anlatır. Çünkü O olmadan önceki hayatını yaşanmamış saymıştır.  “Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum  Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum” Bir insanın gafletten uyanışı, kendini bilişi, kendine gelişi, kendinin farkında oluşu aslında o insanın bir doğumu hükmündedir.  Biz buna bir *‘Seyru sülûk’ hika...

Berât (ﺑﺮﺍﺋﺖ )

Berât  ( ﺑﺮﺍﺋﺖ   )  Enfâl Suresi 24. Ayet Sözlükte; temize çıkmak, aklanma anlamlarında kullanılır. Şaban Ayının on dördünü on beşine bağlayan gecesi  Berât  Gecesidir. Bu  gecede, Kuran -ı Kerim  Levh -i Mahfuzdan dünya semasına indirilmiştir. Buna inzal denmiştir. Kadir Gecesinde ise Efendimize parça parça indirilmeye başlanmıştır. Buna da tenzil denmiştir.    Bakın bu gece için İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri ne demiştir: Yazılır halkın berâtı gelince Berât Gecesi Ger hayâtı ger memâtı gelince Berât Gecesi Cennet kapısını açarlar âleme rahmet saçarlar Mümine hulle saçarlar gelince Berât Gecesi Mümin nârdan berî olur Hakk'dan yüce ihsân olur Kâfir nâre dâhil olur gelince Berât Gecesi Hakkı Hakk rızasını bulur her kim bu şeb namaz kılur Duâlar müstecâb olur gelince Berât Gecesi

HAFTANIN KİTABI

HIZIRLA KIRK SAAT “Dost ol kişidir ki, öldürülmesi muhakkak ve mukarrer olan gecede Peygamber-i Ekber’in yatağında yatar, O’na Şah-ı Velayet denir. Dost ol kişidir ki, Yar-ı Gar’dır. Kucağında mübarek bir emanet vardır. Bütün delikleri elbisesinden muhtelif parçalarla tıkar, son deliğe tabanını dayamıştır. Kucağındaki mübarek emanet, uyumayan uyanıklık içinde uyur görünmektedir. Oradan Ebu Bekr’i yılan sokar. Dost son deliğe tabanını, taban gibi görünen gönlünü uzatandır, gönlü ile orayı tıkayandır.”   Bir yolculuk kitabıyla tanıştırmak isterim sizi. Yerin altını ve üstünü, geceyi ve gündüzü, hüznü ve mutluluğu, Nil’i ve Atlantik bahrını, Batının korosu ve doğunun sahralarını içine alan ve yürümenin hiçbir şekilde izah bulmadığı bir yolculuk kitabı.   Üstad Sezai Karakoç bu kitabını yazarken kırk gün boyunca aynı çay bahçesinde aynı masada oturmuş, karşısında Hızır (a.s) ile bir muhabbete gark olmuştur. Karşısında Hızır (a.s) varmış ve onunla beraber bir yolcu...