Bismillahirrrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabbül âlemin. Vesselatü vesselamü ala seyyidina Muhammedin nebiyyil ümmi ve ala alihi ve sahbihi ve sellim.
Enaniyet Allah’a asi olmayı gerektirir. Onun için bir lezaizin arkasından “Ya Rabbî! Acaba ben bu lezzeti tatmakla kendimi müstağni mi hissettim? Bende böyle bir hissiyat mı oluştu?” diyerek istiğfar etmek gerekir. Ehl-i talep Allah’a karşı sürekli bir acz u fakr hâli içerisinde bulunur. Allah’ın ise kadiriyetinin, mutlak bir gücü olduğunun; kendisininse aciz ve nakıs olduğunun farkındadır, kalbi de Allah’a yönelik sürekli bir talep içerisindedir. Talep, istiğnanın z
ıddıdır. Böyle bir insan elbette fayda görür. Talebelikte dahi talebeliğini bitirmiş, belli bir seviyeye gelmiş, nefsini yenmiş ama yine de “Benim daha öğrenmem gereken çok şey var.” diyen insan vardır. İşte bu insan terakki eder ama daha kitabın başında iken “Ben almam gerekeni aldım, başka bir şeye ihtiyacım yok.” diyen insan ise terakki
kapılarını kapatır.
ıddıdır. Böyle bir insan elbette fayda görür. Talebelikte dahi talebeliğini bitirmiş, belli bir seviyeye gelmiş, nefsini yenmiş ama yine de “Benim daha öğrenmem gereken çok şey var.” diyen insan vardır. İşte bu insan terakki eder ama daha kitabın başında iken “Ben almam gerekeni aldım, başka bir şeye ihtiyacım yok.” diyen insan ise terakkiTasavvufta ilerlemenin yolu acz, fakr, tevazu, noksaniyet içerisinde olmaktır. Böyle bir hâl ile Allah’a yönelmek, o kapıları istiğna sebebiyle kapatmamak ve kendini üstün görmemek gerekir. Ayeti kerimenin ifadesince “İnnel insâne leyetğâ; en raâhüstağnâ” İnsan kendini müstağni gördüğü anda, mutlaka tuğyan eder.” (Alak, 6-7) İnsan bu bana aittir dediği anda o insanda benlik var demektir. Benlik istiğnaya; istiğna ise haddi aşmaya, zalim olmaya, Allah’a karşı asi olmaya sebep olur. Bu aşılmaması gereken kırmızı çizgidir.
İnsanın başına gelen her şeyde bir mana araması gerekir. Allah Teâlâ ayet-i kerimesinde buyurur: “Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar. Gözleri vardır, onlarla görmezler, kulakları vardır, onlarla işitmezler.” (A’raf, 179) Maksat Allah’tan gelen hadiselerin, musibetlerin perde arkasını iyi okumaktır. Hazret’in (k.s) ifadesiyle insanın ayağına batan dikenin sebebini dahi bilmesi gerekir. Hazret’e (k.s) halifesinden bir mektup gelir. Halifesi çok hasta olduğunu söyler ve bunun için ne okuması gerektiğini sorar. Meseleyi hastalık olarak görmez, ben bu manayı nasıl algılamalıyım diye sorar. Hazret (k.s) şu cevabı verir:
“Senin burada anlayacağın mana şudur; bilesin ki sana en yakın olan bedenin dahi Allah istemedikçe sana itaat etmez. Bilesin ki bütün bedenin ücretini veren Allah’tır. Ve sen eğer Allah’a asi olursan Allah istediği andan itibaren sana en yakın olan insan dahi seni yalnız bırakır. Demek ki her şey
Allah’ın elindedir, her şey O’nun kontrolündedir. Midene bir bak, eline bir bak. Ayaklarına bir bak, başına bir bak, bunlar sana itaat etmezler. Allah bazen bu tür hastalıklar verir ki bütünüyle Allah’a karşı tevekkül sahibi olun, Allah’a yönelin. Allah abdini bu şekilde görmek ister.”
Başımıza gelen musibetten, sıkıntıdan okumamız gereken mana budur. Diğer bir manası ise sıkıntı, musibet; insanın taksiratını temizler, günahlarına mağfiret sebebi olur. Eğer taksiratı yok ise, bir veli ise o musibet sebebiyle bir dereceye hâsıl olur. Mesela Seyda Fadlullah (k.s) şöyle ifade ediyordu ki- bana bunu söylerken hastanedeydi vakit gece yarısıydı, ameliyattan çıkmıştı, ciddi manada rahatsızdı- seccadesinin üzerinde oturmuştu: “Ya Rabbî, sana hamd u senalar olsun, sana ne kadar şükretsem azdır. Şu rezil abdini yerde bir paspas yapmakla, yerde süründürmekle bana acziyetimi tattırdın, halikiyetini bana hissettirdin. Daha önce de biliyordum ama ben bu kadarını bilmiyordum, tam hazmetmemiştim. Ya Rabbî! Bana abdiyetimi hissettirdiğin için sana binlerce hamd ve şükürler olsun.”
Bakın, buradan insanın çok büyük manalar çıkarması lazım. Onun için hastalık hâletinde olan bir insanın manevi ufku Allah’a çok yakındır. Çünkü o insan bütün esbaplardan ümidini o esnada keser. İnsan musibeti, sıkıntıyı bu şekilde okursa, Allah nezdinde okuması gereken manayı okursa o insanın sevgisi yükselir. Demek ki her şey Allah’ın elindedir, bizler O’nun abdiyiz, her şeyimizi veren Allah’tır. O dilemezse hiçbir şey olmaz, O dilemezse bize en yakın olan bedenimiz dahi bize itaat etmez.
Musibet ve sıkıntılar ile günahımız varsa temizlenir, günahımız yoksa mertebe verilir. Başımıza gelen hastalık, musibet, sıkıntı aslında Allah’ın bir lütfudur. Peygamberimiz (s.a.v), “Musibetin en fazlası peygamberlere, ardından asfiya, evliya ve sonra derecesine göre insanlara gelir.” buyurur. Aslında o bela, musibet insana bir şeyleri hissettirme, ruhunda bir şeyleri tetikleme adına verilir.
Dünya tabii ki bizim için bir imtihan yeridir. Her an, her saniye her hâli okumamız lazım. Elbette ki Allah Teâlâ: “Siz iman ettiğinizi söylüyorsunuz ama bunu tespit etme adına, melaikelerin bunu görmesi adına ben sizi tercih ettim. Dünyada başınıza bazı şeyler gelecek. Bunları bir imtihan olarak görmeniz lazım.” diye buyuruyor. Bir insan zenginlikte iken her şey hoştur, asıl mesele yoklukta, sıkıntıda belli olur. Yani bir insan fakirlik hâli içerisindeyken acaba hakikaten mesela bir tasavvuf hizmetine ehemmiyet veriyor mu?
İnsan böyle bir sıkıntı hâlindeyken bile samimi midir? O refah döneminde söylediğimiz şeyler sıkıntılı dönemimizde de geçerli mi? Elbette bu manada Allah ispat etmek ister. Kime ispat etmek ister? Mahlûkata, melaikeye. Hz. Âdem’in çocukları meleklere halife olma noktasında niçin tercih edildi, melekler üzerine niçin tercih edildi? Bunun ispatı anlamında Allah Teâlâ dünyayı yarattı ve insanı
değişik imtihanlara maruz bıraktı. Tabii ki bu değişik imtihanlar içerisinde açlık var, sıkıntı var, çocuğunu kaybetme var. Gözbebeği saydığınız ayetin ifadesiyle çocuğunuzu kaybetme, alın teri ile kazandığınız malınızı kaybetme var. Şeytan ve nefsin değişik vesveselerine maruz kalma var.
İnsan eğer ehl-i ilimse belli seviyeye geldiğinde, şeytan ve nefsin değişik hücumlarına maruz kalabilir. O yolda basamakların en üst noktasında iken aşağı düşebilir. Tasavvufta belli bir yere kadar gelip de şeytan ve nefsin vesvesesine karşı kendini koruyamadığı için onuncu, yirminci veya yüzüncü basamaktan aşağı düşen insanlar vardır. Ehl-i velayet olanlarda bile bu böyle olabilir. Bu yüzden insan büyüklerin ipine sımsıkı sarılmalı, onların hâlleriyle hallenmelidir. Başına gelen bir sıkıntıyı imtihan olarak görüp sabır göstermelidir ki sabır bunun için verilmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir. Siz bir musibet anında sabrınızı faaliyete sokarsanız sabır size Allah’ın rızasını getirir. Allah’ın rızası da o kadar basit bir şey değildir. İnşallah sizler de ehl-i sabır olursunuz ve hizmetinize çok ehemmiyet verirsiniz. Çünkü ayetin ifadesiyle “Eğer siz Allah’ın dinine omuz verip yardımcı olursanız, yarın yardımsız bırakılmazsınız.” Bakın, Allah bunu söylüyor. Hutbelerimizde de “Ya Rabbî! Dinin nasırı olan, dinin hadimi olanlara sen de yardımcı ol.” duası vardır.
Siz yaptığınız bir işte Allah’ın rızasını işe katmadıysanız yarın sıkıntı anında Allah’a el açma hakkınızın da olmaması lazım ve o insan yardımsız da bırakılır, bunu kesinlikle bilin. Zenginlikte Allah’ı unutup, fakirlik esnasında Allah’ı hatırlıyorsanız ihtimaldir ki Allah’ın yardımını göremezsiniz. İnsan dünya
hayatında bütünüyle hevasının, nefsinin isteklerini yerini getirip, bütün zamanını buna harcıyorsa sıkıntı sırasında da nefsinden, enaniyetinden medet dilesin. Böyle olan insan Allah’tan neden medet diler ki? Dileme hakkı yoktur.
Otuz yaşına kadar, kırk yaşına kadar hayatı sadece kendi isteklerine göre yaşamış bir insanın yarın yardımsız bırakılması ihtimali çok yüksektir. Ama bir insan büyüklerin, Sâdât-ı Kirâm’ın yolundan gitmiş, o şahıslara benzeme noktasında gayret göstermiş, hizmet etmeye gayret göstermiş, aynısını yapamasa bile gayret göstermiş ise işte o insan onlardandır. Hadis-i şerifin ifadesiyle “Kim kime benzemeye çalışırsa o, ondandır.” Elbette o insan onlarla beraber haşredilir; onlara gelen istiaze, yardım tek tek o kalplere de gelir. Ben o kanaatteyim ki; büyük bir zâtın sofrasına bir tabak yemek dahi gelse, o zât o tabaktakini sofrada olanlarla paylaşır. Manevi âlemin sofraları da böyledir. Allah dostlarına ikram eden Allah’tır, onlar Allah’ın misafiridir; Allah’ın ikramı da insanların ikramına benzemez.
Herkesin kendine bir vaad vermesi lazım, yemin etmesi lazım. “Ya Rabbî! Ben dünya hayatında iken çok mal edindim; kendim için, nefsim için çok çabaladım. Senin verdiğin bütün enerjiyi kendim için harcadım, senin düşmanın olan nefsim için harcadım. Otuz yıldır, kırk yıldır senin kendine düşman ilan ettiğin, sana asi olan nefsimin köleliğini yaptım; onun hizmetinde bulundum, o ne istedi ise onu yaptım; bir gün bile onun isteklerine muhalif olmadım; onu görmemezlikten gelemedim. Senin düşmanın olan şeytanın ve nefsimin esiri oldum. Ya Rabbî! Bundan sonra ben sana rücu edeceğim,
sana dönmek istiyorum, tevbe edeceğim. Senin abdin olacağım, sana hizmet edeceğim, senin hoşnut olduğun ne varsa onu yapacağım.” demesi lazım.
Allah’tan habersiz olan insanlara Allah’ı bildirmek çok önemlidir. Bu manada insan “Ya Rabbî! Gayret edeceğim, çaba göstereceğim. Otuz yıldır nefsime yaptığım hizmet ne ise aynısını bu sefer sana yapacağım. Ben senin kölen olacağım. Sana köle olmanın hakiki hürriyet olduğunu ben gördüm. En azından elli insanı, yüz insanı seninle buluşturmak için gayret göstereceğim. Daha önce enaniyetimin, nefsimin kölesi iken nefsim bana emrediyor ve diyordu ki: “Şu filmden bahset, gıybet et.” Bunlar hep şeytanın, nefsin emirleriydi, ben bu emirleri yerine getiriyordum. Dolayısıyla insanların kalplerini ifsad ettiriyordum, Allah’tan uzaklaştırıyordum. Ama ben bugün sana yöneliyorum, tevbe ediyorum. Bu sefer ben insanları senden uzaklaştırmak için değil sana yaklaştırmak için çalışacağım.” demelidir.
Eğer siz böyle bir ahd yaparsanız ve bunda da samimi olursanız başaramasanız dahi Allah nezdinde yapmış gibi sevap kazanırsınız. Böyle olursanız çok kıymet kazanırsınız, bu Allah’ın çok hoşuna gider.
Nefsinin kölesi olmuş, bundan ağzı yanmış ve farkına varmış olan bir insan “Ey nefs, yeter! Sen bugüne kadar hep bana kötülük yaptın, yazık bana! Artık ben senden ayrılıyorum, hakikî kurtuluş burası. Ben cennete girmek için Allah’ın kapısını çalacağım. Ben senden, cehennemden uzaklaşacağım.” demesi elbette iyidir ancak Allah’ın en çok hoşuna giden insanların hidayeti için faydalı olmaktır.
“Biz sizleri imtihan edeceğiz...”
Allah Teâlâ nefsin kusurlarının bilinmesi için “Mâ esâbeke min hasenetin fe minallâh ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsik... ayeti kerimesini nüzul etmiştir. (Başına her ne iyilik gelirse Allah’tandır; başına her ne kötülük gelirse nefsindendir. Nisâ,79) Nefs ulûhiyet davasında bulunur, yaşanan her hadisede kendisini sürekli kusursuz görmeye çalışır. İnsana isabet eden her bir nimet, her bir rahmet Allah’tan gelir. Musibet ve sıkıntılar ise insanın nefsinin kusurlu olmasından kaynaklanır.
Sıkıntı ve musibetler hakkında Kuran-ı Kerim’de geçen ayeti kerimlerden birisi de: “Ve le nebluvennekum bi şey’in minel havfi vel cûi ve naksın minel emvâli vel enfusi ves semerât ve beşşiris sâbirîn...” ayeti kerimesidir. Muhakkak ki, ölüm tehlikesiyle ve açlıkla, dünya malının, canın ve alın teriyle kazandığınız malların kaybı ile sizi sınayacağız. Ama zorluklara karşı sabredenlere iyi haberler müjdele.” (Bakara,155)
Ayetin başındaki ‘len’ kelimesi hem istikbali hem de tevhidi ifade eder. İnsanı bekleyen ebedi bir gelecek vardır. Eğer bir mümin dünyaya gelmişse, iman taşıyorsa, dünyanın da bir imtihandan ibaret olduğunu biliyorsa, ayeti kerimede kulun Allah’a olan samimiyetini ölçmesi adına, talip olduğu o büyük şeyleri, ebedi bir cennet, ebedi bir saadeti hak emek adına Cenab-ı Allah “Ve le nebluvennekum bi şey’in minel havfi...” der. Biz sizleri imtihan edeceğiz, ‘minel havf’’ korku ile... Ayeti kerimede geçen havf kelimesi korku demektir. Ayeti kerimeden de anlaşıldığı üzere insan bir korku ile imtihan edilecek; açlıktan, alın teriyle kazanılan malların eksikliğinden, evlat ve daha pek çok şeyden.
Hayatının her safhasında imtihana tabi tutulan mümin, imtihan sırasında sabır göstererek sürekli bunları lehine çevirmek düşüncesinde olmalı. Mesela ev içerisinde, akrabalar arasında bir huzursuzluk olduğunda mümin öncelikle kendi halini bilmeli sonra da yaşanan hadiseleri lehine nasıl çevirebileceğinin yolunu aramalıdır. Allah inancı olan, ehl-i mutasavvıf olan mümin başa gelen
musibetlere sabredip “Ya Rabbi gelen her şey sendendir. Ben bu sıkıntılara nefsanî arzularımdan dûçar oldum, bu benim kusurumdur.” diyebilmelidir.
Allah'a ulaşmanın yolu iki şekildedir: biri Allah'ın emirlerini yerine getirmek, diğeri ise yasak gördüğü şeylerden kaçınmak. Bu iki şekilde insan Allah'a ulaşır. Bir insan haramlar karşısında kendini koruduğu zaman sadece kendini günahtan muhafaza etmekle kalmaz aslında kendini koruduğu bu haramlar onu yüksek makamlara ulaştıran birer vasıta hükmüne geçer. Bir musibetle mübtelâ olmuş mümin,
maruz kaldığı sıkıntılar veyahut haramlar karşısında gösterdiği mücadele ile Allah’a iman eder ve sabır gösterirse çoğu ibadetle elde edemeyeceği makamlara ulaşır ki aslında bunların hepsi mümin için birer nimettir.
Allah bizleri melek olarak yaratsaydı, fıtratımızda haramlara karşı bir meyil, bu meyle karşılık da içimizde bir mücadele olmazdı. Mücadele elbette sıkıntılar karşısında gösterilir. Eğer o mücadele hali olmasaydı, o zaman bütün insanların seviyesi aynı olurdu. Bir insanı yükselten şey Allah'ın emirlerini yerine getirmenin yanı sıra haramlar ve musibetler karşısında gösterdiği sabırdır.
Meseleyi sadece dünya olarak görmemek lazım. Bir mümin dünyaya geçici olarak gelir, bu sebeple dünyada geçen her saniyesini en iyi şekilde değerlendirme gayretinde olmalıdır. Çünkü bir mümin öbür taraftaki hayatını gördüğü zaman derin bir pişmanlıkla Allah'a: “Ya Rabbi beni dünyaya bir kere daha gönder, ben bunları bilmiyordum, hayalini dahi kuramamışım.” diyecektir. Altmış yıllık bir hayattan sonra insana bağışlanacak ebedi bir hayat vardır. Ebedi hayat dediğimiz sonsuzluktur. Bu sonsuzluğun bir tarafı insanın sürekli Allah'ı gördüğü, Resulullah’a (s.a.v) komşu olduğu, ebedi saadet
dediğimiz taraftır.
Allah'ın kendisine bahşettiği nimetleri kazanan mümin de, aklın hayal dahi edemediği büyük şeylerin var olduğunu gördüğü zaman hüzünlenip “Ya Rabbi, keşke ben biraz daha uzun ömürlü olsaydım, ben bunları bilmiyordum.” diyecektir. Yahut Allah'ın rızasını elde etmenin ne demek olduğunu anladığı zaman “Ya Rabbi, keşke rızanı tam teslimiyetle, halisane bir şekilde elde etmek için çok daha fazla çaba gösterseydim.” diyecektir.
Dünya hayatı insanın ebedi bir şekilde kalacağı yer değildir. Allah kavimlere dünyada ne kadar kaldınız, ne yapınız sorusunu sorduğu an, bin yıl yaşamış insanlar dahi geçmişe dönüp baktıklarında en fazla bir gün kalmışızdır cevabını verecekler. Bu aynı rüyaya benzer. İnsan öyle rüyalar görür ki rüyasında sanki altmış yıl yaşar. Bu zaman içerisinde üzülür, sevinir, korkar... Uyandığında ise her şeyin sadece üç saniyede olup bittiğini anlar ama rüyadayken bunun farkında değildir. İnsan da ölüm uykusundan uyandığında dünyada geçirdiği zaman ona bir an gibi gelecektir.
Rüyasında zor anlara maruz kalan kişi, bu bir rüyadır, bu sıkıntılar gerçek değil, birazdan uyanacağım diyebilse rüyanın tesirinde kalmamış olur. Mümin de bu dünyada yaşadığı musibetler karşısında “Ben yoktum, bir sultan beni var etti, bir amaç için buraya gönderdi, bana sunulan nimetleri Allah namına kullanmaz isem, maruz kaldığım musibetlere sabır göstermez isem, hayatımı, sağlığımı, sıhhatimi, var olan imkânlarımı Allah yolunda harcamaz isem belki üç dört saniye içerisinde bu uykudan
uyanacağım.” düşünceci ile hareket ederse gelen musibetlerde insana hafif gelir, öyle ki musibetler insanın gözüne bir çiçek gibi görünür.
Bütün evliyaullahın musibetlere bakış açısı bu şekilde olmuştur. Ancak şunu da bilmek gerekir ki insanın başına gelen her musibet insanın nefsinin kusurundan kaynaklanır. Önemli olan bu musibetleri kulu mahveden belaya değil sabır göstererek kulu yüksek makamlara çıkartan rahmet vesilesi haline çevirmektir. Bu nedenle başa gelen her musibeti de musibet olarak görmemek gerekir.
Musibet bir manada Allah'ın kapısını sürekli çalmak olarak görülebilir. Bu yüzden şiddet ve musibetlerin en fazlasına maruz kalan peygamberler, enbiyalar, evliyalar ve eshiyâlardır. Onlardan sonra da herkes kendi makamına göre musibet ve sıkıntılara maruz kalır. Allah Teâlâ kulunu sıkıntılı anında ibadetle elde edemeyeceği hislerin sahibi yapar, öyle ki bu sıkıntı insanı insan kılar.
İnsanın içerisinde gizli olan on binlerce hakikatten biri de Allah'a dönme ruhudur. Sıkıntı ve
musibetler kulun Allah'a dönme ruhunu tetikler. Şiddetli bir derde dûçar olan insan esbabı ve dünyayı elinin tersiyle iter, gözünde dünyanın perdesini yırtılır, perdenin ardında ruhun Allah ile buluşması hâsıl olur ve o esnada kul “Ya Rabbi, her şey senin elindedir, her şeye güç yetiren de sensin. Senin dışında bu dünyanın kıymeti yoktur.”der. Böylelikle sıkıntının insana verdiği bu yüksek mefkûre çoğu ibadetle ulaşılamaz. Onun için Allah'a ulaşmanın yolu bu iki şekilde olur; hem başınızı secdeye koyup secdedeki hazz-ı lezzeti bulmak hem de o sıkıntılar vasıtası ile yalnızca Cenab-ı Allah'a ait olduğunu
hissetmek. Bu tür hassasiyetlerin gelişmesi noktasında bu büyük bir payedir. Onun için büyükler, bir musibet bin nasihatten çok daha tesirlidir, derler.
Ve sallallahu alâ seyyidinâ nebiyyil ümmî ve alâ âlihi ve sahbihi ve sellem.
Yorumlar
Yorum Gönder