Erdem Bayazıt, Tabiat Risalesi şiirinde, 'Derviş olamadın/ Ama başıboş da kalmadın' diyor. Evet, başıboş değildi, başıboş da kalmadı, Erdem Bayazıt. 1978'de Abdurrahim Reyhan Efendi'nin nur halkasında yerini aldı. Erdem Bayazıt, 24 Ocak 1998'de bu âlemden göçen Efendisiyle ilgili duygularını, bir yazısında şöyle dile getiriyor:
'Aşık meşreb idi. 'KâmiI-mükemmil' irşad makamına aşk yoluyla erişenlerdendi. Toprak gibi mütevazı idi. Şefkati, merhameti, Cenab-ı Allah'ın bütün yaratıklarını tutacak boyuttaydı. Gayreti, durmadan akan nehirler gibiydi. Cömertliği gökyüzünde dolaşan bulutlar, yeryüzünde dalgalanan okyanuslar gibiydi. Tebessüm ettiğinde çevresinde güller açardı, sanki yeryüzünde bir bahar iklimi yürürlüğe girerdi. Celâllendiğinde arslanların bile yüreği, rüzgâra uğramış yapraklar gibi titrerdi. Benim güzel efendim, kalbimdeki meselelere sormadan cevap verenim, müşküllerimi hâlledenim, musibetlere uğradığımda yüküme omuz verenim, dara düştüğümde imdadıma yetişenim, darıldığında sitemli bakanım, sevindiğinde yüzünde güller açanım. Sen gittin bize ağlamak kaldı! Son ziyaretim sırasında mini mini bir çocuk yanımıza gelip dergâh-ı saadetinizi kastederek: 'Bu ev sizin mi?' diye sormuştu, siz de: 'Hayır, bu ev hepinizin, benim evim toprağın altında' demiştiniz, yüreğimin üstüne kurşun gibi oturan o işaretten sonra sizi ancak musalla taşında görebildim. Ey şimdi toprağın altını tutan, himmetini oradan da esirgeme toprağın üstünde gün dolduran bağlılarına!'
[Yeni Şafak, 01. 02. 1998]
Erzincânî Abdurrahim Reyhan Efendi, irşad görevini Dede Paşa diye de anılan Bayburdî Musa Dede'den alır. Paşa Hazretleri'nin 4 Eylül 1973'te ahirete göçmesiyle, önce, Erzincan'ın merkeze bağlı Keleriç Köyü'nde (yeni ismiyle Karakaya Beldesi) yürütmeye başladığı irşad görevini, daha sonra Erzincan merkez ve İstanbul Büyükçekmece Tepecik'te devam ettirir. 1930'da dünyayı teşrif eden Abdurrahim Reyhan Efendi, 24 Ocak 1998'de ebedi âleme göçer.
Yirmi yıllık bağlılık bu, az bir zaman değil. Maraş'ın köklü ailelerinden birine mensup olan Erdem Bey'in, dedelerinden gelen bir Peygamber sevgisi vardır. Dedesi Mehmet Rüştü Efendi, Maraş Mutasarrıfı Abdülaziz Paşa tarafından ve şehir meclisinin verdiği kararla da mübarek günlerde Peygamber Efendimizin SakaI-ı şerifierinin halka öptürülmesi göreviyle taltif edilirler. Bu görevi Erdem Bey'in babası Ökkeş Tahsin Bey de devam ettirir. Ökkeş Tahsin Bey, genç yaşlarında Nakşi Şeyhi Abid Efendi'ye intisaplıdır.
Erdem Bey'in çocukluk dönemiyle ilgili en canlı anıları Nakşi Şeyhi Abid Efendiyle ilgilidir. Bir mülakatta bu anılarını şöyle anlatır:
'Çocukluğuma dair ilk anılarım babaannemin elimden tutup beni Şeyh Abid Efendiye götürmesi ile başlıyor. O, benim için İncirli Hoca idi. Şeyh Efendi yer yatağında yatıyor olurdu. Biz odaya girince yatağından doğrulur, beni yanına oturtur. saçlarımı okşar, dudakları kıpır kıpır, bir şeyler okuyarak üzerime üflerdi. Bana kurutulmuş incirler verirdi. Onlarla cebimi doldururdum. Kuru inciri pek severdim. Bir gün evimizde kahvaltı yaparken kapı çalındı. Gelen haberci, 'Efendi geçindi.' dedi. Babamın lokması boğazında kaldı. Gözyaşları yanaklarından yağmur gibi süzülerek evden çıktı. Arkasından nenem bastonuna çökerek evi terk etti. Annem dizlerini döverek ağlıyordu. Abid Efendi'nin evlerine doğru uzanan cadde bizim evin çardağından olduğu gibi görünürdü. Öğleye doğru büyük bir kalabalık, öndekiler bir tabutu ellerinin üzerinde münâvebe ile taşıyarak evimizin önünden âdeta akıp gitti. Bütün komşu kadınlar bizim çardağa dolmuşlardı. Herkes ağlaşıyordu. Bense ne olup bittiğini anlamadan, ama olağanüstü bir şeyler de sezerek, olayı biraz taaccüb, biraz da dehşetle izleyerek, fakat içimin bu hâlini dışa vurmadan sessizce seyretmiştim.'
Çocukluğuma ait ilk izlenimlerim, şairimizin Abid Efendi'den ne kadar saf ve derin etkiler taşıdığının ipuçlarıdır, diyebiliriz, bu itiraflara.
Babaannesi Erdem Bayazıt'ı Şeyhe, Abid Efendi'ye bağlayan bir köprüdür. Bir incir köprüsüdür. Kemal yaşı denilen kırkına bir yıl kala Erdem Bey dergâh kapısından içeri adım atar. Dervişliğe soyunur.
Şiirlerinde de sıkça geçen 'susmak', Erdem Beyde önemli bir vasıftır. 'Gam dağlarına çıkıp naralar atmalıyım' derken, bunu yazı/şiir yoluyla yapmak ister; 'Çıkıp dağlara yaylalara / Susmak istersin / Ama yalnızca susar gibi görünürsün' der. Susmanın kalesine sığındığım anlatır hep.
Susmak, bir dervişlik edebidir. 'Dövene elsiz, sövene dilsiz' olmalıdır, derviş dediğin. Dergâhta dervişlere susma dersleri verilir. Şeyh Efendi müritleriyle dergâhta sukut sohbetleri düzenler. Erdem Bayazıt bir yazısında bu konuyu şöyle anlatır:
'40 yıldır, bir başka deyişle anlatacak olursak kendimi bildim bileli, çevremde benim bir dahlim olmadan gelişen olaylar, mizacıma ters düşen durumlar, hayat felsefeme aykırı gelen gelişmeler yüzünden; bazı zamanlar kendimi esir alınmış, kapana kıstırılmış, hareket imkânı elinden alınmış bir insanın ruh hâli içinde bulurum. Yaşama sevincimi kaybederim. Bazen içine düştüğüm bu hâlin ağırlığı o derece şiddetli olur ki; dünyada hiçbir gücün, hiçbir diktatörün, hiçbir firavunun asla tasallut edemeyeceğine inandığım düşüncemin hür ufuklarmm ve onun sembolleri olan kelimelerin bile karardığı hissine kapılırım. Yani anlatmakta kelimelerin bile kifayetsiz kaldığı bir çaresizlik ortamıdır içine düştüğüm. Lisanın imkânlarını zoriayan şiir dili bile, tutsağı olduğum zindanın kapısını açmaktan aciz kalır. Artık önümde sadece kapkaraniık bir kuyu vardır: Susmak! 27 yıl önce [1969] bu hâli şiir diliyle şöyle anlatmaya çalışmıştım:
Ey sesimi keskin bir bıçak gibi
Kınında saklayan çağ
Ey sabırla bileyen günlerimi!
Bir başka şiirimin bir yerinde de şöyle ifade etmiştim:
Susmanın kalesine sığınıyorum
Önümde karanlıktan duvarlar
Sırtımda insan yüklü bir gök var
İnsanoğlunun doğrudan bir dahli olmadığı hâlde bir çaresizlik ortamına yuvarlandığı hissine kapılmasından daha trajik ne olabilir? Bu hisse kapılıp kalsanız; yani o his kalıcı bir nitelik kazansa, hiç şüphesiz onun adı hastalıktır. Çok şükür Allah'a ki, o hâl kalıcı olmuyor. Çünkü o çaresizlik hissini üzerimizden hayırsız bir elbise gibi sıyırıp atmak için elimizde silahlarımız vardır. Ben o hisse yakalandığımda hemen 'Lâ havle ve lâ kuvvete illa billâh' derim ve hemen soğuk suyla bir abdest alırım. Bir anda dünyam değişir: Dünyada her şey bana aykırı gibi de gelse, tek başıma kaldığım hissine kapılmış da olsam, artık her türlü olumsuzluğun üstesinden gelecek kadar kendimi güçlü hissederim. Allah'ın önünde sonsuz âciz; ama dünyaya karşı sonsuz güçlü! O zaman artık susmak; bir karanlık kuyuya yuvarlanmak, bir kara delikte kaybolmak eylemsizliği gibi değil, başlı başına bir davranış biçimi olarak görünür.
Mesela, bir insanın çaresizlikten değil, tam tersi içinde bulunduğu duruma çare olsun diye sustuğu zamanlar vardır. Konuşursa zaten var olan karmaşa biraz daha şiddetlenecek, çözüm veya akI-ı selim umutları iyice kaybolacaktır. Böyle durumlarda susmak elbette çarelerden bir çare olur.
Mesela, gizli kalması gereken bir sırrı açığa vurmamak için susmak vardır. Ser verip de sır vermemek sözünün işaret ettiği durum. Bu tür susmak elbette en büyük eylem türlerinden biridir. Susmanın bir başka türüne de Derviş Yunus işaret ediyor: 'Dövene elsiz gerek / Sövene dilsiz gerek' diyerek. Bu durum da herhâlde velayet makamını anlatıyordur.
Söz gümüş ise süküt altındır diye; bilmeyenin susması gerektiğine işaret eden bir atasözümüz var ki, ona icabet etmek her babayiğidin kârı değil! Bir de dini tarikatlarda bir eğitim yöntemi olarak başvurulan susmak türü var. Onun üzerinde düşünmek beni âdeta büyülemiştir: Sukut Sohbeti!
Şeyh efendinin müritlerine yaptığı sohbetlerdir. Mürit bu sohbetleri dinleyerek olgunlaşır; hayatın hakikatini kavrarmış, işte bu sohbetlerin bir türü de sukut sohbetleri imiş. Bu sohbetlerde şeyh efendi hiç konuşmazmış; müritler de karşısında boyunlarını büküp susarlarmış. O gün sohbet meclisi hiç konuşma olmadan dağılırmış. Ama dışarı çıktıklarında müritler görürmüş ki, kafalarında ne tür bir mesele var ise hepsi çözülmüş, ne soru var ise hepsi aydınlığa kavuşmuş; tüy gibi hafifiemişler! Adı süküt; ama aslı deruni konuşma!'
'Dervişlik Burcundan'da dervişliği şöyle niteliyor:
Hayatla ölümü ellerinde yan yana taşıyan dervişin hırkası evi, azığı da bir lokmadır. Eli işte ama gözü hep oynaşta, sevgilidedir. Bütün insanların günahı dervişe, gayretleri de kendilerine aittir. Derviş, tabiat içinde, çiçekler ve böceklerledir ama tarihten hiç kopmaz. Bütün peygamberlerle birlikte ışık atlı bir süvaridir o. Ve derviş, Muhammed'le [sallallahu aleyhi ve sellem] Miraçtadır. Çünkü O, dervişlerin kalplerinin güneşidir. Bunu şöyle anlatır, bir başka şiirinde, Erdem Bey:
Dünyanın ağırlığına eklesek yıldızları ayı güneşi
Yine de ağır basarsın ey kalbim ey kalbimin güneşi
Derviş, O'nsuz karanlıktadır, zulmettedir. Oysa dervişlik, pervane gibi zulmetten nura koşmaktır, o nurla olmak, o nurda yanmaktır.
Su içtim güneş piştim
Aş oldum kazanlara
Yol gittim menzil vardım
Düş oldum pazarlara!
diye seslenir, Dervişlik Burcu'ndan. Ve sözü şöyle noktalar:
Ben bir garip dervişim
Gökten yere inmişim
Yeryüzü tarlam benim
Muştu sunmaktır işim!
Muhammed'le Miraçta
Işık atımdır benim!
Mehmet DOĞAN

Yorumlar
Yorum Gönder