Ana içeriğe atla

HİKMETLİ SÖZLER


Resûlü Ekrem (s.a.v) Miraç hadisesinden bazı hadiseler naklederek Miraç’ta Âdem Aleyhisselam ile görüştüğünü ifade eder.
Bu görüşme sırasında şöyle bir hadisenin gerçekleşmesinden bahseder. Hz. Cibril (a.s) semanın kapısını çalar ve kapı açılınca Resûlü Ekrem (s.a.v) orada bir zatı görür. Hz. Cibril’e kim olduğu sorunca “Bütün insanların babası olan Hz. Âdem” cevabını alır. Hz. Âdem’in sağında ve solunda hafif yansımalar vardır. Resûlü Ekrem (s.a.v), Hz. Âdem’in sağına bakınca gülümsediğini soluna bakınca da yüzüne bir asıklık geldiğini ve ağladığını görür. Yani Hz. Âdem sağ taraftaki manzarayı görünce gülüyor ve Allah’a hamd ediyordur. Ama soluna bakınca da ağlama hali oluşur. Resûlü Ekrem (s.a.v) Hz. Cibril’e: “Sağında ve solunda olan şeyler nelerdir?” diye sorunca kendi evlatlarının ruhları olduğunu söyler. Yani sağ tarafında cennete giden evlatları vardır ve bunu görünce Hz. Âdem çok memnun olur ve Allah’a hamd eder. Soluna bakınca da evlatlarının cehennem istikametinde yürüdüğünü görünce de gözünden yaş akıyor, üzülüyor ve mahzun oluyordur.
Resûlü Ekrem (s.a.v) şöyle buyuruyor: “Önünüzde ilerde sizi bekleyen dehşetli manzaralar var. Hayallerinizin, kurgularınızın ötesinde sizi bekleyen hadiseler var. Benim bildiğimi siz bilseydiniz, benim o esnada şahit olduğum manzaraları görseydiniz, çokça ağlayacaktınız, çok müteessir olacaktınız, çok ağlayıp az gülecektiniz. Yataklarınızda gözünüze uyku girmeyecekti, bir sağa bir sola kıvranacaktınız, olmayacaktı, haneniz dar gelecekti size, sonra evinizden dışarıya çıkacaktınız, dağlara çıkacaktınız, hüzün ve keder işte o kadar fazla olacaktı. Ben cehennemi gördüm.”
Resûlü Ekrem (s.a.v) hem cennet ve cennet nimetlerini hem de cehennem ve cehennem azabını görüyor. “Siz bilmiyorsunuz. Siz benim bildiğim şeyleri bilseydiniz çokça ağlayacaktınız” diyor.
Orada ölüm yok. Öbür tarafta ölüm ölüyor.
Ölüm; dünyada bela, musibet ve imtihanlar içinde büyük bir nimet iken öbür tarafta ise Allah ölüm nimetini insanın elinden alıyor.
Sıkıntıya maruz kalan, meşakkate maruz kalan birisinin ölmek isteyip de ölememesi en büyük azaplardan bir tanesidir. Dünyada iken hak bir istikamette miyiz, değil miyiz çok iyi bakmamız gerekir. Mesela Mevlana’ya, İmam-ı Rabbani’ye, Şah-ı Nakşibendi’ye, İmam Gazali’ye bakıyoruz. Bu insanlar çok âlim, çok bilgili kişilerdir. Bilgileri ile de amel eden insanlar olmalarına rağmen onlar akıbetlerinden ciddi anlamda endişe duyarlar. Çünkü şeytan ve nefsin hilesi çok büyüktür. Ne aklımız ne zekâmız ne de mantığımız onlarla baş edebilir.
Şeytan; bazen insanın duygusunu, aklını, ruhunu öyle kuşatır, öyle bir şekilde örter ki insanları ibadetleri, taatleri, sadakaları ve amelleriyle kandırabilir. Bundan dolayıdır ki, ilmin zirvesindeki bu büyük zatlar tasavvuf kalesine sığınmışlardır.
İbadetten, namazdan, oruçtan, ilim tahsil etmekten, ilim dinlemekten amaç kalpteki sistemi harekete geçirmektir. Seyda-i Taği (k.s) insanın dünyaya gönderilmesindeki amacın marifet-i ilahiyi kazanmak olduğunu söyler.
Mesela İmamı Rabbani (k.s): “Size bin yıllık bir hayat bahşedilse bin yılınızın bütününü ibadete verseniz bu bin yıllın etkisi bir Nakşibendi Sadatlarının sohbetinin etkisi kadar etmez.” demiştir. Bu etki bin yıllık çalışmaya denktir.
Âlim-u rabbanilerin meclislerinde hazır bulunup onların o sohbetlerine iştirak etmek lazım. Çünkü bir toprağın dirilişi nasıl ki sadece yağmurun suyu ile olabiliyorsa kalp ve ruhun ahirete karşı bir şeyler hissedebilmesi, muhabbetin, ihlasın, teslimiyetin, oluşabilmesi adına o kalpteki hayat da bu Sadat-ı Kiram’ın, bu âlim u rabbanilerin sohbet meclislerinde hazır bulunmaya bağlıdır.
İnsan Allah’ı arıyorsa adres İnsan-ı Kamil’dir. Resûlü Ekrem (s.a.v) bu mümtaz zâtlardan şu sözlerle bahseder: “Nasıl ki gökteki yıldız ışığını güneşten alır, âlim-u rabbaniler de ışığını benden alıyor. Dolayısı ile

benden sonra beni temsil eden zâtlar onlardır. Işığı arıyorsanız, yol bulmak istiyorsanız o âlim-u rabbanilere ve onların sohbetlerine itimat edeceksiniz. Ashabın her birisi ışığını güneşten alan yıldızlar gibidir. Gece karanlığında yol bulabilmeniz için ışığa ihtiyacınız vardır. Işığını benden alan bu gökteki yıldızların herhangi birisine iptida ederseniz hidayete ulaşacaksınız.”
Usul bu şekilde oluşmuş, İslamiyet bu şekilde gelmiştir. Veli olan insanlar velayet makamına bu şekilde ulaşmışlardır. Hiçbir zât sadece kitap okumakla, ibadet ve taat ile velayet makamına ulaşamamıştır. Çünkü sahabe efendilerimiz Resûlü Ekrem’e (s.a.v) iman ettiklerinde onların imanını gerektiren gerekçe bizzat Resûlü Ekrem’dir (s.a.v). Evvela Resûlullah’ı görüp ona karşı hayranlık beslediler ve ondan etkilendiler. Bir yerden sonra Allah’ın muhabbeti tecelli etti. Eğer önlerinde bu zât olmasaydı Allah’a karşı da muhip olamazlardı. Çünkü bu muhabbetin kanunu, muhabbetin fıtratıdır. Muhabbet ister ki, benim muhip olduğum zât görülsün. Muhabbet ister ki o zâtın sesini işiteyim. İstiyor ki mahbubum diri olsun ve onunla konuşsun, görüşsün... Onun için Resûlü Ekrem’i (s.a.v) Allah gönderiyor. Onun için Allahu Teâlâ bu ihtiyaca binaen yeryüzünde kendi varlığını yansıtan aynaları yaratıyor. O aynalar peygamberler ve velilerdir.
Hz. Mevlana bütün ilimleri fethetmişti. Şemsi görmeden Mevlânâ, Hz. Mevlana olabildi mi? Yani mürşitsiz hiçbir zât, hiçbir insan Allah’a karşı muhip olamamış, Allah’ın istediği kıvama gelememiştir. Gece karanlıktasınız, her yer kapkaranlık ama bakıyorsunuz ki gökte parlayan bir şey var. O parlayan şeye karşı büyük bir muhabbet duyarız. Sabah olunca da ışığın gösterdiği hakikate doğru gittiğimizde güneşi görüyoruz.
Mahbub-ı hakiki Allah’tır. Ama mahbub-ı hakikiye mecazdan geçilir. Mecaz yolunu takip etmeden, mecaz yoluna girmeden direk olarak hakikate ulaşan yoktur. Çok istisnai bu durumdur. Sadece Allah’ın lütfettiği insanlar müstesnadır.
Bu sohbetler, yapılanlar, ilim kazandırmak, cehaletinizi gidermek için değil, kalbe atılan bir tohum hükmündedir. Muhabbet tohumu...
Resûlü Ekrem (s.a.v) bir gün buyurur ki: “Allah’ın kullarından birtakım insanlar vardır ki nebî değildirler, şehit de değildirler fakat kıyamet gününde Allah katındaki makamlarından dolayı onlara nebîler ve şehitler imrenerek bakacaklardır.” Ashab-ı Kiram: “Bunlar kimlerdir ve ne gibi hayırlı ameller yapmışlardır? Bize bildir de biz de onlara sevgi ve yakınlık gösterelim ya Resûlallah!” derler. Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Bunlar öyle bir kavimdir ki aralarında ne akrabalık ne de ticaret ve iş münasebeti olmaksızın, sırf Allah rızası için birbirlerini severler. Vallahi yüzleri bir nurdur ve kendileri de nurdan birer minber üzerindedirler. İnsanlar (kıyamet günü) korktukları zaman bunlar korkmazlar, insanlar mahzun oldukları zaman bunlar hüzünlenmezler.” Bakarsınız bir insanın gönlünde Allah sevgisi var diye ona yanaşır ve ondan istifade etmeye çalışırsınız. Tüccar gibi... Birisinde büyük bir servet vardır örneğin; onunla nasıl iş yaparız diye düşünülür mesela. Bu da öyledir. Kalbinde Allah sevgisi olan insan da sizi büyük bir servete ulaştırabilir. Allah için birbirini sevmek o kadar kıymetlidir ki Allah’ın Resulü (s.a.v) “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de gerçekten iman etmiş olmazsınız.” buyurur.
Ve sallallahu alâ seyyidinâ nebiyyil ümmî ve alâ âlihi ve sahbihi ve sellem.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

O VE BEN

O ve ben diye başlıyor kitap. ‘O ve Ben’… Kitabı okuyanlar görecektir ki kitapta Necip Fazıl'dan bir eser kalmamıştır. Yani Necip Fazıl bu kitabında O’nu ve kendisini anlatır. Asıl olanı kitabın sonunda görüyoruz ki zahiri Necip Fazıl'dan eser kalmaz ve yalnızca O kalır. Bir nevi  fenâ hali. ( burada fena olmak mevzusuna değindiğimiz yazının linkini kullanacağız) O diye hitap ettiği kendisinden bahsettiği kişi onun mürşidi, rehberi,  öğreticisi,  hocası olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleridir. Kitap, biyografi niteliğinde bir eser olup Necip Fazıl, kendi hikayesini, kendi ölçüsünü, kendi yaşamını anlatır. Bu yaşamı ise O’nun üzerinden anlatır. Çünkü O olmadan önceki hayatını yaşanmamış saymıştır.  “Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum  Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum” Bir insanın gafletten uyanışı, kendini bilişi, kendine gelişi, kendinin farkında oluşu aslında o insanın bir doğumu hükmündedir.  Biz buna bir *‘Seyru sülûk’ hika...

Berât (ﺑﺮﺍﺋﺖ )

Berât  ( ﺑﺮﺍﺋﺖ   )  Enfâl Suresi 24. Ayet Sözlükte; temize çıkmak, aklanma anlamlarında kullanılır. Şaban Ayının on dördünü on beşine bağlayan gecesi  Berât  Gecesidir. Bu  gecede, Kuran -ı Kerim  Levh -i Mahfuzdan dünya semasına indirilmiştir. Buna inzal denmiştir. Kadir Gecesinde ise Efendimize parça parça indirilmeye başlanmıştır. Buna da tenzil denmiştir.    Bakın bu gece için İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri ne demiştir: Yazılır halkın berâtı gelince Berât Gecesi Ger hayâtı ger memâtı gelince Berât Gecesi Cennet kapısını açarlar âleme rahmet saçarlar Mümine hulle saçarlar gelince Berât Gecesi Mümin nârdan berî olur Hakk'dan yüce ihsân olur Kâfir nâre dâhil olur gelince Berât Gecesi Hakkı Hakk rızasını bulur her kim bu şeb namaz kılur Duâlar müstecâb olur gelince Berât Gecesi

HAFTANIN KİTABI

HIZIRLA KIRK SAAT “Dost ol kişidir ki, öldürülmesi muhakkak ve mukarrer olan gecede Peygamber-i Ekber’in yatağında yatar, O’na Şah-ı Velayet denir. Dost ol kişidir ki, Yar-ı Gar’dır. Kucağında mübarek bir emanet vardır. Bütün delikleri elbisesinden muhtelif parçalarla tıkar, son deliğe tabanını dayamıştır. Kucağındaki mübarek emanet, uyumayan uyanıklık içinde uyur görünmektedir. Oradan Ebu Bekr’i yılan sokar. Dost son deliğe tabanını, taban gibi görünen gönlünü uzatandır, gönlü ile orayı tıkayandır.”   Bir yolculuk kitabıyla tanıştırmak isterim sizi. Yerin altını ve üstünü, geceyi ve gündüzü, hüznü ve mutluluğu, Nil’i ve Atlantik bahrını, Batının korosu ve doğunun sahralarını içine alan ve yürümenin hiçbir şekilde izah bulmadığı bir yolculuk kitabı.   Üstad Sezai Karakoç bu kitabını yazarken kırk gün boyunca aynı çay bahçesinde aynı masada oturmuş, karşısında Hızır (a.s) ile bir muhabbete gark olmuştur. Karşısında Hızır (a.s) varmış ve onunla beraber bir yolcu...