"Kalb, çam kozalağı gibi bir et parçası değildir. Ancak, rabbani letaiflerdendir ki, hislerin ortaya çıktığı, fikirlerin aksettiği yer olan vicdan ve akıldır. Letaif olarak adlandırılan kalbin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, kozalak biçimindeki kalbin cesede yaptığı hizmet gibidir. Bütün bedene hayat veren insandaki kalp nasıl bedenin çalışmasını ve kanın vücuda pompalanmasını sağlar ve insan hayatı onun çalışmasıyla devam eder ve o sustuğunda vücut da susar. Letaiflerden olan kalp de amellerle ve haller ile canlandırılır, ışıklandırılır. İman nurunun sönmesi ile mahiyeti hareketsiz, ölü gibi taştan heykele benzer.”
Anlaşılan odur ki, maddî kalbin iman, ilim, hikmet, şefkat gibi maneviyat ile yakın alakası vardır. Aynı şekilde, maddî temizliğin de manevi temizlik ile münasebeti mevcuttur. Bu itibarla Resul-i Ekrem Efendimizin maddî kalbinin yıkanıp temizlendikten sonra ilim, hikmet, İlâhî nur ve feyizlerle doldurulmasını akıldan uzak görmemek lâzımdır.
Tertemiz kalbe sahip olan Resulullah için genişleme ve ferahlama için cerrahi müdahaleye gerek görülmüştür. Acaba insan kendi halini hiç düşünmez mi? Kalbi karanlıklar içindeyken ve kalbi günahlar dört bir yanını sarmışken neden bir doktor ve ilaç aramaz. Günümüz sıkıntılarını ve buhranlarını tedavi etmenin yolu bize gösterilmemiş midir? Âlimlerden bazıları: “Milyonlarca insan vardır ve Allah-u Teâlâ’ya giden milyonlarca yol vardır.”der. Her insan; nesepleri, tabiatları, ruh yapılarıyla birbirinden farklı birer âlem gibidir. Buna bağlı olarak eğitim şekilleri de ayrı ayrıdır. O yüzden dini öğrenmek için “mezhepler”;ahlakı güzelleştirmek, ruhi sıkıntılardan uzaklaşmak iç huzuru elde etmek için de “tasavvuf” vardır.
Tasavvuf bir amaç değildir; tasavvuf, insanları Allah-u Teâlâ’ya yaklaştıran bir araçtır. Peygamber Efendimiz (s.a.v) tasavvufu Sahabe-i Kiram’a öğretmiş, oradan da Tabiin, Taba-i Tabiin yoluyla bizlere gelmiştir. Resulullah (s.a.v)’in öğrettiği tasavvuf kalbi istek ve arzulardan uzaklaştırmak, Allah Teâlâ’dan gayri sevgilerden temizlemek. Edep güzel ahlak ve sonuçta örnek insan demektir. Peygamber Efendimizin mübarek kalbinden nasıl siyah bir pıhtı atılarak temizlenmiş ve genişlemişse bu gün de insanların kalplerinin temizlenmeye ve genişlemeye ihtiyacı vardır. Bunu sağlayan sistemde tasavvufi eğitim sistemidir.
Allahu Teâlâ Hazretlerinin nazargahı insanın kalbidir. Bir hadis-i şerifte bu duruma işaretle şöyle buyrulmuştur: “Dikkat edin! Muhakkak ki vücutta bir et parçası vardır. O salah bulduğu vakit bütün vücut salah bulur. O bozulduğu vakit bütün vücut bozulur. Dikkat edin o, kalptir.” (Buharî)
Kalp işin ehli olan kişilerin yönlendirmesi ve salih ameller ile düzeltilirse insan yaşamında olan diğer sistemlerde de bir ahenk oluşacaktır. Tasavvufi sistem bunu insana öğreten güzel bir yoldur.
İnsanın kalbi, şayet dünyevi şeylerden arınırsa kalp boşluk kabul etmeyeceğinden bu sefer manevi şeylerle doluyor. Zaten Allahu Teâlâ bizlere güzellik adına bir şeyler bahsetmiş, biz ise emanete hıyanetlik yapıyoruz. Onu dünyaya vermekle kirletiyoruz. Esas var zaten kalplerimizde. İnsan; akıl, ruh, kalp, sır, hafi, ahfa adı verilen hissi duygulardan yani letaifi Rabbani denilen şeylerden mürekkebtir. Akıl irade dışı çalışmaz; zaten çalıştırmaya hacet yoktur. O çalışıyor, çalıştığı için mesul oluyorsunuz. Sizden istenen şey; kalbinizi harekete geçirmek. Kalp de akıl gibi işletildiğinde gören bir gözü, işiten bir kulağı, hisseden bir kalbi olur. Apayrı bir varlıktır o ve Allah onu kendisine tahsis etmiştir. O zaman biz neyle mükellefiz? Aklımızı işletmekle değil, zaten akıl işleyen bir şeydir. Lakin akıl bizim için rehber iken, rehberi dinlememiz lazım. Yani aklın arzusunu yerine getirmekle mükellefiz. Akıl der ki “Siz sıradan bir hayvan gibi değilsiniz; Rabbü’l Âlemin’i anlayacak, idrak edecek, Allah’ın tecelliyatına mazhar olacak sende bir derya-i ilahi mevcuttur: kalp. Onu bir temizle, arındır, onu bir işlet bakalım.” Biz bununla mükellefiz. Bunu işlettirerek, tasfiye etmek neyle oluyor? İslam âlimlerine müracaat edin, onlar der ki “Ehl-i tasavvufun yaptıklarını yaparsanız kalbiniz işler.” İçine muhabbet, Allah’a karşı iştiyak, kavuşma arzusu girer; o kalp, sıradan bir kalp olmaktan çıkar. Kalplerimizin işlettirilmesi için de çok emek harcayacağız. Allah yolunda çok çalışmamız lazım.
İnsan esasında nefsi için bugüne değin ne kadar çok hizmet vermiştir? İnsan, her şeyi kendi nefsi için yapıyor. Nefse gösterilen bu ehemmiyetten vazgeçip “Hayır, benim ahiretin etrafında dönmem lazım. Ben muhtacım; ben Rabbü’l Âlemin’in abdiyim, esiriyim. Ben O’nun etrafında döneceğim. Ben namazın etrafında döneceğim; onlar benim etrafımda dönmeyecek.” Bu şuurla insan, inşaallah hareket eder, din-i mübine hizmet verirse; Rabbü’l Âlemin onun kalbini çalıştırır. Kalp çalışınca hisseder; ona aşk ve iştiyak, muhabbet, Allah’a karşı kavuşma arzusu, özlem ve hasret girer.
Muhabbetten gaye salih amel işlemektir. Maksat hizmete daha fazla sevk olabilmektir. Çünkü görüldü ki bir insanın gönlünde muhabbet var ise Allahu Teâlâ’nın büyük bir cevher-i latifidir o. Allah’ın büyük bir ikramı olarak görüldü ve yine görüldü ki bu muhabbet, hangi tarafa verildiyse o tarafa aittir. Ehl-i dünya, içindeki muhabbet ile dünyada fani oldu. Fenafiddünya oldu adeta. Kalpteki muhabbeti ahirete meyledenler de fenafillah oldu.
Allahu Teâlâ, kendi cemalinden insanı yaratırken ona hem dünya hayatı hem uhrevi hayatı vermiştir. Bunun yanında insanı hem mana hem madde olarak iki tane cevherden yaratmıştır. İnsanın mana hayatına tekabül eden yönünde ruhu vardır ve insanda ruhun organları denilen beş tane de letaif vardır. Allahu Teâlâ bunları kendi cemalinden yaratmıştır. Bunlara kalp, ruh, sır, hafî, ahvâ denilir. Bu beş organın insan vücudunda belli yerleri vardır.
Letaiflerden biri olan bu kalp, yumurta büyüklüğünde bir şey olarak tabir edilir. Makamı Allahu Teâlâ’nın tecelligâhıdır. Allahu Teâlâ kalbe tecelli eder, kalplere bakar. Allahu Teâlâ insanların kılık kıyafetine, yüzlerine, mevkilerine, zahiri olan görüntülerine bakmaz; kalplerine bakar. Eğer kalplerde Allahu Teâlâ’dan gayri şeyler varsa, ki bunlara masiva denir, o zaman Allahu Teâlâ o kalplere tecelli etmez. Ama insanın kalbi Allahu Teâlâ’nın zikriyle doluysa, O’nu hatırlıyorsa, O’nu diliyorsa; o zaman Allahu Teâlâ o kalplere nazar eder, o kalplere bakar ve Peygamber (s.a.v) bu kalplere iltifat eder. Seyda (k.s) bir sohbetinde “Kalplerinde dünya sevgisi olan insanların kalpleri affedersiniz bir lağım çukuru gibidir ve oradan çok kötü bir koku çıkmaktadır. Böyle bir yere insanlar dahi misafir olmak istemez değil Allahu Teâlâ misafir olsun.” dedi. İmam-ı Gazali Hazretlerinin de söylediği gibi “Kalp bir havuzdur, dünyadaki istek ve arzulardan oraya devamlı sular akmaktadır; insanın bu kanallarını kapatması, tıkaması gerekir ki kalp temiz olsun.” O yüzden insan kalbine her şeyi sokmamalı, çok seçici davranmalı, kalbine neyin girip neyin çıktığına dikkat etmelidir.
İşte Allahu Teâlâ’nın insanı dünyaya gönderme amacı budur. Yani insan buraya gezmek, yemek içmek, eğlenmek veya diğer işlerle meşgul olmak için gelmemiştir. İnsanın buraya gelmesindeki imtihan sebebi Allahu Teâlâ’yı tanıyıp bilmektir. Bu mesafeleri kat eden insanlar, Allahu Teâlâ’yı gerçekten tanır ve bilirler. Onlar bu makamları aştıktan sonra onların kalpleri her an Allahu Teâlâ ile birlikte olur. Allahu Teâlâ’dan başka hiçbir şey onların kalplerine girmez. O yüzden Allahu Teâlâ’nın dostlarıyla birlikte olunduğu zaman, salih insanların yanında olunduğu zaman boş malayani şeyler konuşmak, dünyevi şeylerden bahsetmek onlar için bir eziyettir. Çünkü onların kalbi devamlı Allahu Teâlâ ile alışveriş hâlinde olduğundan dolayı insan dünyevi şeylerle onları meşgul ederek onları oradan uzaklaştırır.
Kalbinde boşluk olan kimse suya muhtaç kişi gibidir, suya ihtiyacı vardır, o insanın suyla dolması gerekir. Suya muhtaç olan insana suyun tarifi bin defa da arz edilse, suyun mahiyeti, suyun hakikati, yani akılları hayrete düşürecek bir tarifle de tarif edilse, o insana bir bardak su ikram edilmediği müddetçe insanın boşluğu ve susuzluğu giderilmez. Tasavvuftaki maneviyat da aynen öyledir. İnsanın maneviyatında bir boşluk oluşuyor. Şeytan ve nefs insanın maneviyatını istila edebiliyor. Peygamber Aleyhisselâm, bir haramın dahi hemen arkasından istiğfar edilmezse bunun diğer haramlara davetiye çıkardığını söylüyor. Aynı vücuda giren bir mikrop gibi. O mikrop tedavi ile hemen imha edilmezse yeni mikroplara davetiye çıkarır. Ayrıca bir nazar-ı haram, gıybet büyük haramlardandır. Yine farklı haramlar, fiili haramlar var.
Bunlar eğer kalbe işlemişse o kalpte bir saldırı, bir taarruz var demektir. Yani o insanda manevi bir hastalık, bir boşluk oluşmuştur. O insanın bir su kaynağıyla tedavi edilmesi lazım. Peygamber Aleyhisselâm; nefs ve şeytan tarafından istila edilmiş, inkılâba maruz kalmış bir kalbin, ruhun Allah tarafından ölmüş sayıldığını söylüyor. Nefsin bütün cazibesine kapılmış, ondan gayrı hareket edemeyen bir ruh, ölü bir ruhtur, adeta gaflet ruhudur. Bu ruhun bir daha dirilişi; âlim ve rabbanilerin meclisinde bulunup hikmetli sözleri işitmenizledir, bu farzdır. Çünkü ölmüş, istila edilmiş, inkılâba maruz kalmış, şeytan ve şeytanın orduları tarafından harap edilmiş kalbin tekrar nura bulanması, zulmetin kalpten çıkması, âlim ve rabbanilerin hikmetli sözleriyledir. Bu ölmüş bir toprağın yağmurla dirilişi gibidir. Yüce Allah kalplerimizi ihya etsin, diriltsin.
*Seyda Alameddin (k.s)

Yorumlar
Yorum Gönder