Ana içeriğe atla

İnsanın sebepsiz iç sıkıntısı neden olur?

Soru: Bazen insanın sebepsiz iç sıkıntıları olur, bunlarla ilgili ne söyleyebilirsiniz?

İnsanın başına gelen her şeyde bir mana araması gerekir. Allah Teâlâ ayet-i kerimesinde buyurur: “Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar. Gözleri vardır, onlarla görmezler, kulakları vardır, onlarla işitmezler.” (A’raf, 179)  
Maksat Allah’tan gelen hadiselerin, musibetlerin perde arkasını iyi okumaktır. Hazret’in (k.s) ifadesiyle insanın ayağına batan dikenin sebebini dahi bilmesi gerekir. Hazret’e (k.s) halifesinden bir mektup gelir. Halifesi çok hasta olduğunu söyler ve bunun için ne okuması gerektiğini sorar. Meseleyi hastalık olarak görmez, ben bu manayı nasıl algılamalıyım diye sorar. Hazret (k.s) şu cevabı verir:
“Senin burada anlayacağın mana şudur; bilesin ki sana en yakın olan bedenin dahi Allah istemedikçe sana itaat etmez. Bilesin ki bütün bedenin ücretini veren Allah’tır. Ve sen eğer Allah’a asi olursan Allah istediği andan itibaren sana en yakın olan insan dahi seni yalnız bırakır. Demek ki her şey Allah’ın elindedir, her şey O’nun kontrolündedir. Midene bir bak, eline bir bak. Ayaklarına bir bak, başına bir bak, bunlar sana itaat etmezler. Allah bazen bu tür hastalıklar verir ki bütünüyle Allah’a karşı tevekkül sahibi olun, Allah’a yönelin. Allah abdini bu şekilde görmek ister.”
Başımıza gelen musibetten, sıkıntıdan okumamız gereken mana budur. Diğer bir manası ise sıkıntı, musibet; insanın taksiratını temizler, günahlarına mağfiret sebebi olur. Eğer taksiratı yok ise, bir veli ise o musibet sebebiyle bir dereceye hâsıl olur. Mesela Seyda Fadlullah (k.s) şöyle ifade ediyordu ki- bana bunu söylerken hastanedeydi vakit gece yarısıydı, ameliyattan çıkmıştı, ciddi manada rahatsızdı- seccadesinin üzerinde oturmuştu: “Ya Rabbî, sana hamd u senalar olsun, sana ne kadar şükretsem azdır. Şu rezil abdini yerde bir paspas yapmakla, yerde süründürmekle bana acziyetimi tattırdın, halikiyetini bana hissettirdin. Daha önce de biliyordum ama ben bu kadarını bilmiyordum, tam hazmetmemiştim. Ya Rabbî! Bana abdiyetimi hissettirdiğin için sana binlerce hamd ve şükürler olsun.”
Bakın, buradan insanın çok büyük manalar çıkarması lazım. Onun için hastalık hâletinde olan bir insanın manevi ufku Allah’a çok yakındır. Çünkü o insan bütün esbaplardan ümidini o esnada keser. İnsan musibeti, sıkıntıyı bu şekilde okursa, Allah nezdinde okuması gereken manayı okursa o insanın sevgisi yükselir. Demek ki her şey Allah’ın elindedir, bizler O’nun abdiyiz, her şeyimizi veren Allah’tır. O dilemezse hiçbir şey olmaz, O dilemezse bize en yakın olan bedenimiz dahi bize itaat etmez.
Musibet ve sıkıntılar ile günahımız varsa temizlenir, günahımız yoksa mertebe verilir. Başımıza gelen hastalık, musibet, sıkıntı aslında Allah’ın bir lütfudur. Peygamberimiz (s.a.v), “Musibetin en fazlası peygamberlere, ardından asfiya, evliya ve sonra derecesine göre insanlara gelir.” buyurur. Aslında o bela, musibet insana bir şeyleri hissettirme, ruhunda bir şeyleri tetikleme adına verilir.
Dünya tabii ki bizim için bir imtihan yeridir. Her an, her saniye her hâli okumamız lazım. Elbette ki Allah Teâlâ: “Siz iman ettiğinizi söylüyorsunuz ama bunu tespit etme adına, melaikelerin bunu görmesi adına ben sizi tercih ettim. Dünyada başınıza bazı şeyler gelecek. Bunları bir imtihan olarak görmeniz lazım.” diye buyuruyor. Bir insan zenginlikte iken her şey hoştur, asıl mesele yoklukta, sıkıntıda belli olur. Yani bir insan fakirlik hâli içerisindeyken acaba hakikaten mesela bir tasavvuf hizmetine ehemmiyet veriyor mu?
Seyda Fadlullah’ın (k.s) ayağı kırılmıştı buna rağmen hizmetini yapmaya devam etmişti. İnsan böyle bir sıkıntı hâlindeyken bile samimi midir? O refah döneminde söylediğimiz şeyler sıkıntılı dönemimizde de geçerli mi? Elbette bu manada Allah ispat etmek ister. Kime ispat etmek ister? Mahlûkata, melaikeye. Hz. Âdem’in çocukları meleklere halife olma noktasında niçin tercih edildi, melekler üzerine niçin tercih edildi? Bunun ispatı anlamında Allah Teâlâ dünyayı yarattı ve insanı değişik imtihanlara maruz bıraktı. Tabii ki bu değişik imtihanlar içerisinde açlık var, sıkıntı var, çocuğunu kaybetme var. Gözbebeği saydığınız ayetin ifadesiyle çocuğunuzu kaybetme, alın teri ile kazandığınız malınızı kaybetme var. Şeytan ve nefsin değişik vesveselerine maruz kalma var.
İnsan eğer ehl-i ilimse belli seviyeye geldiğinde, şeytan ve nefsin değişik hücumlarına maruz kalabilir. O yolda basamakların en üst noktasında iken aşağı düşebilir. Tasavvufta belli bir yere kadar gelip de şeytan ve nefsin vesvesesine karşı kendini koruyamadığı için onuncu, yirminci veya yüzüncü basamaktan aşağı düşen insanlar vardır. Ehl-i velayet olanlarda bile bu böyle olabilir. Bu yüzden insan büyüklerin ipine sımsıkı sarılmalı, onların hâlleriyle hallenmelidir. Başına gelen bir sıkıntıyı imtihan olarak görüp sabır göstermelidir ki sabır bunun için verilmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir. Siz bir musibet anında sabrınızı faaliyete sokarsanız sabır size Allah’ın rızasını getirir. Allah’ın rızası da o kadar basit bir şey değildir. İnşallah sizler de ehl-i sabır olursunuz ve hizmetinize çok ehemmiyet verirsiniz. Çünkü ayetin ifadesiyle “Eğer siz Allah’ın dinine omuz verip yardımcı olursanız, yarın yardımsız bırakılmazsınız.” Bakın, Allah bunu söylüyor. Hutbelerimizde de “Ya Rabbî! Dinin nasırı olan, dinin hadimi olanlara sen de yardımcı ol.” duası vardır.
Siz yaptığınız bir işte Allah’ın rızasını işe katmadıysanız yarın sıkıntı anında Allah’a el açma hakkınızın da olmaması lazım ve o insan yardımsız da bırakılır, bunu kesinlikle bilin. Zenginlikte Allah’ı unutup, fakirlik esnasında Allah’ı hatırlıyorsanız ihtimaldir ki Allah’ın yardımını göremezsiniz. İnsan dünya hayatında bütünüyle hevasının, nefsinin isteklerini yerini getirip, bütün zamanını buna harcıyorsa sıkıntı sırasında da nefsinden, enaniyetinden medet dilesin. Böyle olan insan Allah’tan neden medet diler ki? Dileme hakkı yoktur.
Otuz yaşına kadar, kırk yaşına kadar hayatı sadece kendi isteklerine göre yaşamış bir insanın yarın yardımsız bırakılması ihtimali çok yüksektir. Ama bir insan büyüklerin, Sâdât-ı Kirâm’ın yolundan gitmiş, o şahıslara benzeme noktasında gayret göstermiş, hizmet etmeye gayret göstermiş, aynısını yapamasa bile gayret göstermiş ise işte o insan onlardandır.
Hadis-i şerifin ifadesiyle “Kim kime benzemeye çalışırsa o, ondandır.” Elbette o insan onlarla beraber haşredilir; onlara gelen istiaze, yardım tek tek o kalplere de gelir. Ben o kanaatteyim ki; büyük bir zâtın sofrasına bir tabak yemek dahi gelse, o zât o tabaktakini sofrada olanlarla paylaşır. Manevi âlemin sofraları da böyledir. Allah dostlarına ikram eden Allah’tır, onlar Allah’ın misafiridir; Allah’ın ikramı da insanların ikramına benzemez. O saraya, Allah’ın sarayına davetli olan Sâdât-ı Kirâm kendi misafirlerini de oraya çağırırlar. Kendileri tek gidip de cemaatlerindeki insanları bundan mahrum bırakmazlar. Onlarda muazzam bir vefa vardır. Yani bir Seyda-i Tağî (k.s) , bir Hazret (k.s) ahirette Peygamberimizin (s.a.v) sarayına misafir oluyorlarsa kesinlikle bütün halifelerini, etbalarını, saliklerini, müridlerini, hepsini davet ederler. Ama yeter ki insan onlara benzeme noktasında samimi olsun, ciddi olsun, riya işin içinde olmasın. İşin içine enaniyet girerse kopma olur. Allah selamet versin.
Herkesin kendine bir vaad vermesi lazım, yemin etmesi lazım. “Ya Rabbî! Ben dünya hayatında iken çok mal edindim; kendim için, nefsim için çok çabaladım. Senin verdiğin bütün enerjiyi kendim için harcadım, senin düşmanın olan nefsim için harcadım. Otuz yıldır, kırk yıldır senin kendine düşman ilan ettiğin, sana asi olan nefsimin köleliğini yaptım; onun hizmetinde bulundum, o ne istedi ise onu yaptım; bir gün bile onun isteklerine muhalif olmadım; onu görmemezlikten gelemedim. Senin düşmanın olan şeytanın ve nefsimin esiri oldum. Ya Rabbî! Bundan sonra ben sana rücu edeceğim, sana dönmek istiyorum, tevbe edeceğim. Senin abdin olacağım, sana hizmet edeceğim, senin hoşnut olduğun ne varsa onu yapacağım.” demesi lazım.
Allah’ın hoşnut olduğu şey Sâdât-ı Kirâm’ın yaptığı irşad vazifesidir. İrşad çok önemlidir. Allah’tan habersiz olan insanlara Allah’ı bildirmek çok önemlidir. Bu manada insan “Ya Rabbî! Gayret edeceğim, çaba göstereceğim. Otuz yıldır nefsime yaptığım hizmet ne ise aynısını bu sefer sana yapacağım. Ben senin kölen olacağım. Sana köle olmanın hakiki hürriyet olduğunu ben gördüm. En azından elli insanı, yüz insanı seninle buluşturmak için gayret göstereceğim. Daha önce enaniyetimin, nefsimin kölesi iken nefsim bana emrediyor ve diyordu ki: “Şu filmden bahset, gıybet et.” Bunlar hep şeytanın, nefsin emirleriydi, ben bu emirleri yerine getiriyordum. Dolayısıyla insanların kalplerini ifsad ettiriyordum, Allah’tan uzaklaştırıyordum. Ama ben bugün sana yöneliyorum, tevbe ediyorum. Bu sefer ben insanları senden uzaklaştırmak için değil sana yaklaştırmak için çalışacağım.” demelidir.
Eğer siz böyle bir ahd yaparsanız ve bunda da samimi olursanız başaramasanız dahi Allah nezdinde yapmış gibi sevap kazanırsınız. Böyle olursanız çok kıymet kazanırsınız, bu Allah’ın çok hoşuna gider. Nefsinin kölesi olmuş, bundan ağzı yanmış ve farkına varmış olan bir insan “Ey nefs, yeter! Sen bugüne kadar hep bana kötülük yaptın, yazık bana! Artık ben senden ayrılıyorum, hakikî kurtuluş burası. Ben cennete girmek için Allah’ın kapısını çalacağım. Ben senden, cehennemden uzaklaşacağım.” demesi elbette iyidir ancak Allah’ın en çok hoşuna giden insanların hidayeti için faydalı olmaktır.
İslamiyet’te Müslüman, Müslümanın gıybetini yaparsa Allah da onu tenkit eder, bu çok tehlikeli bir haramdır. Ölü kardeşinin etini yemek gibi tasvir edilir. Bir insanın ölü kardeşinin etini yemesi dışarıdan bakıldığında nasıl tiksindiriciyse, nasıl caniceyse gıybet eden kişi de böyledir.
Hizmete ehemmiyet verin, bütün enerjinizi ona harcayın. Ve şunu da deyin, bu şuur sizde olsun: “Ya Rabbî! Otuz yıl, kırk yıl oldu. Bedenimin bütün ücretini sen veriyorsun, bedenimi de veren sensin. Rızkı veren sensin, çoluk çocuğumu veren sensin, mal-mülk veren sensin. Her şeyimi veren sensin. Sen istemezsen midem çalışmaz, sen istemezsen ayağım yürümez, gözüm görmez. Ama ben senin düşmanın olan nefsle anlaşma yaptım, anlaşmanın ötesinde adeta onun abdi oldum. Bugüne kadar ne istedi ise yaptım, onun memnuniyeti için çalıştım. O nereye git derse gittim, ‘Filan haramı işle!’ dedi işledim. ‘Haset etmekle, gıybet etmekle, haram işlemekle insanları Allah’tan uzaklaştır!’ dedi yaptım. Bugün tövbe ettim, senin kapına geldim, abdin olmaya, senin hizmetkârın olmaya geldim. Anladım ki hakikî hürriyet bu. Sâdât-ı Kirâm’a baktığın nazarla bana da bakmanı istiyorum. Onlar ne yaptı ise ben de aynını yapmaya gayret edeceğim. Onlar insanların kurtuluşu için çalıştılar ben de çalışacağım. Onlar hatmelerine ehemmiyet verdiler ben de vereceğim, evrad-ezkar yaptılar ben de yapacağım. Hülasa ne yaptılar ise aynısını yapma noktasında gayret göstereceğim. Ya Rabbî! Onların safında bir fert olarak beni de gör.” diye dua edip bu gayret içinde olun.
Allah muhabbetinizi artırsın, Sâdât-ı Kirâm’a olan muhabbetinizi artırsın, muvaffakiyetler versin. Bir cemaat içerisindeyseniz, cemaat sizden istifade ediyorsa kalbinizin o esnada merkezle irtibatı vardır, kalbinize feyz ü istifade gelir. Cemaatte olan insanlar da kalplerini biraz açarlarsa onların kalplerine de feyz ü istifade gelir. Sohbette de esas budur. Büyükler bir baz istasyonu gibidir. Herkesin elinde bir telefon var, bir radyo var. Onun ibresiyle oynar, belli bir frekansa getirir ve oradan sinyal gelir. O radyonun önünde ne kadar cemaat varsa o güzel nameler onların kulaklarına da girer. Ama insan kulağını tıkarsa radyodan gelen sesi işitemez. Veyahut radyonun ibresini o frekansa getirmez, rabıtasını yapmazsa, o zaman iki taraf da istifade edemez.
Ve sallallahi aleyhi vesellem. 

Yorumlar

  1. Çok güzel bir yazı. Okurken, çok etkilendim ve bir kez daha acizliğimi görüp, ALLAH'ı hatırladım. Emeğinize, kaleminize ve yüreğinize sağlık.��

    YanıtlaSil
  2. Allah razı olsun, çok istifadeliydi🌷💚

    YanıtlaSil
  3. Allah razı olsun🌸 Seydam her yerde bizimle

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

O VE BEN

O ve ben diye başlıyor kitap. ‘O ve Ben’… Kitabı okuyanlar görecektir ki kitapta Necip Fazıl'dan bir eser kalmamıştır. Yani Necip Fazıl bu kitabında O’nu ve kendisini anlatır. Asıl olanı kitabın sonunda görüyoruz ki zahiri Necip Fazıl'dan eser kalmaz ve yalnızca O kalır. Bir nevi  fenâ hali. ( burada fena olmak mevzusuna değindiğimiz yazının linkini kullanacağız) O diye hitap ettiği kendisinden bahsettiği kişi onun mürşidi, rehberi,  öğreticisi,  hocası olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleridir. Kitap, biyografi niteliğinde bir eser olup Necip Fazıl, kendi hikayesini, kendi ölçüsünü, kendi yaşamını anlatır. Bu yaşamı ise O’nun üzerinden anlatır. Çünkü O olmadan önceki hayatını yaşanmamış saymıştır.  “Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum  Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum” Bir insanın gafletten uyanışı, kendini bilişi, kendine gelişi, kendinin farkında oluşu aslında o insanın bir doğumu hükmündedir.  Biz buna bir *‘Seyru sülûk’ hika...

Berât (ﺑﺮﺍﺋﺖ )

Berât  ( ﺑﺮﺍﺋﺖ   )  Enfâl Suresi 24. Ayet Sözlükte; temize çıkmak, aklanma anlamlarında kullanılır. Şaban Ayının on dördünü on beşine bağlayan gecesi  Berât  Gecesidir. Bu  gecede, Kuran -ı Kerim  Levh -i Mahfuzdan dünya semasına indirilmiştir. Buna inzal denmiştir. Kadir Gecesinde ise Efendimize parça parça indirilmeye başlanmıştır. Buna da tenzil denmiştir.    Bakın bu gece için İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri ne demiştir: Yazılır halkın berâtı gelince Berât Gecesi Ger hayâtı ger memâtı gelince Berât Gecesi Cennet kapısını açarlar âleme rahmet saçarlar Mümine hulle saçarlar gelince Berât Gecesi Mümin nârdan berî olur Hakk'dan yüce ihsân olur Kâfir nâre dâhil olur gelince Berât Gecesi Hakkı Hakk rızasını bulur her kim bu şeb namaz kılur Duâlar müstecâb olur gelince Berât Gecesi

HAFTANIN KİTABI

HIZIRLA KIRK SAAT “Dost ol kişidir ki, öldürülmesi muhakkak ve mukarrer olan gecede Peygamber-i Ekber’in yatağında yatar, O’na Şah-ı Velayet denir. Dost ol kişidir ki, Yar-ı Gar’dır. Kucağında mübarek bir emanet vardır. Bütün delikleri elbisesinden muhtelif parçalarla tıkar, son deliğe tabanını dayamıştır. Kucağındaki mübarek emanet, uyumayan uyanıklık içinde uyur görünmektedir. Oradan Ebu Bekr’i yılan sokar. Dost son deliğe tabanını, taban gibi görünen gönlünü uzatandır, gönlü ile orayı tıkayandır.”   Bir yolculuk kitabıyla tanıştırmak isterim sizi. Yerin altını ve üstünü, geceyi ve gündüzü, hüznü ve mutluluğu, Nil’i ve Atlantik bahrını, Batının korosu ve doğunun sahralarını içine alan ve yürümenin hiçbir şekilde izah bulmadığı bir yolculuk kitabı.   Üstad Sezai Karakoç bu kitabını yazarken kırk gün boyunca aynı çay bahçesinde aynı masada oturmuş, karşısında Hızır (a.s) ile bir muhabbete gark olmuştur. Karşısında Hızır (a.s) varmış ve onunla beraber bir yolcu...